6 Ekim 2013 Pazar

Yıl Dönümü...

İkinci tanışma yıl dönümümüz de geldi çattı. Ben yine önceden hazırlıklı... Kafamda her şeyi planlamıştım zaten. Önce yazacağım falları oluşturdum zihnimde. Sevgilimin bir resmini yaptım karakalem. Sonra sevgilim için yaptığım puzzle'ı çıkardım yerinden. Puzzle'ı ters çevirdim (bu 3 kelimeyle anlatılan kısacık eylem beni ne kadar uğraştırdı bilemezsiniz. 4-5 farklı yöntem denedikten sonra puzzle'ım çevrilmiş ama 1/8'lik bir kısmı da bozulmuştu. Hadiii... Oturdum ters çevrilmişken tek tek deneyerek puzzle'ı tamamladım tekrardan.), sonra puzzle'ı yapıştırmak için koli bandı aradım, yokmuş evde. Bunun üzerine oturdum alışveriş listesi hazırladım. Pazar günü çıktım sokağa, yürüye yürüye alışveriş merkezine gittim, eksikleri aldım. Oradan yürüyerek yapı markete gittim, çerçeve yaptıracaktım. Puzzle'ı da getirmem gerekiyormuş.. Yürüyerek eve geri döndüm. (Bu sırada tam olarak 2 saattir yürüyordum.) Puzzle'ı bantladım (Yine düşünülenden daha uzun süren bir iş.), aldığım metalik mavi fon kağıdına düşündüğüm falları yazdım. Sonra tekrar yola çıktım, puzzle'ı çerçevelettim ve eve geri döndüm. Yemek yedik, mutfak boşaldı. Ben de geçtim ocağın başına, başladım makaronlarımı yapmayaaa:) Allahım makaron yapmak ne kadar uzun süren ve ne kadar yorucu bir iş. Dikkat etmek gereken ne kadar çok şey var. Neyse ki birkaç saatin sonunda o iş de bitti. Ben de makaronlarımı güzel güzel dizdim yeni aldığım pembe kalpli kek kağıtlarının içine. Ha tabi altlarına da yazdığım falları kıvırıp koydum. Sonunda anladınız sanırım, evvet, fal kurabiyelerinden esinlendim:) Yarın sabah okula gideceğim, günün değişik saatlerinde teker teker vereceğim makaronları sevdiğim adama. Çıkan falları okuyacak tek tek... Son fala geldiğinde anlayacak ki tüm o fallar beni anlatıyordu. Ve ben kaderiyim onun... İşte bunu bilmesi içindi tüm günlük uğraşım. Umarım buna değer... Ve umarım o hiçbir şey yapmadığı için hissettiğim hayal kırıklığını anlar... Ama yine de önemli değil. Çünkü onu mutlu etmeyi seviyorum. Çünkü ben onu çok seviyorum. İkinci yıl dönümümüz kutlu olsun sevgilim...

23 Ağustos 2013 Cuma

İçimdeki Küçük Kız...



Son birkaç gündür köydeyiz. Babam ve annem iki haftaya bir, hafta sonu için geliyordu zaten köye ama ben ve kardeşim çalıştığımız için onlarla gelmiyorduk çoğunlukla. Artık çalışmadığım için ve küçük halamlar da İzmir’e tatile gittikleri için (bu da onlarda kalamayacağım, yani çook sıkılacağım anlamına geldiği için) bu sefer ben de onlarla geldim.

Eskiden her yaz bir ay kamp yaptığımızdan bahsetmişimdir mutlaka. Son 3-4 yıldır babamlar artık kamp yapamadığı için köydeki evde kalıp, dağa da günübirlik piknik yapmaya gittiğimizden de bahsetmişimdir. Bu ev bize dedemden kalma; iki katlı, bahçeli, garajlı, şirin bir ev. Üst katı anne tarafından en iyi anlaştığımız büyük teyzemlere, alt katı ise bize ait. Ama biz yılın büyük çoğunluğunda burada olmadığımız için evin, bahçenin bakımıyla; bahçeye ekilecek sebze-meyvelerle köydeki bir akrabamız ve aslında ilgilenmese daha iyi olacak olan anneannem ilgileniyor.
Eskiden buraya daha çok gelirdik. Daha kalabalık olurduk eskiden. O zaman daha çok çocuk vardı etrafta. Büyük teyzemin kızları, torunları; küçük teyzemin benden 3 yaş küçük olan kızı; ortanca teyzemin üç çocuğu… Her kış en az bir defa gelirdik buraya. Gelir gelmez soba yakılırdı her odada, ama öncelikle üst katın salonunda. Çünkü o oda kışın ortak alanımız olurdu. Yemekleri orada yer, akşamları orada oturur, geceleri biz çocuklar hep beraber orada yatardık.
Soba yakılır yakılmaz patates atılırdı içine. Büyükler temizlik yapar, odaları hazırlarken; biz çocuklar sıcak salonda oturur, televizyon izler ve patateslerin pişmesini beklerdik. Akşam yemeğimiz sobada patates, soğan ve haşlanmış yumurtadan oluşurdu o ilk gün. Yufkanın içine üçünü birden koyup biraz da pul biber atınca mükemmel olur, yiyen bilir:) Gerçi ben çıkıntılık yapar, patatesi yarıp içine terayağı ve kaşar koyarak kendi kumpirimi yapmaya çalışırdım bir yandan da:D Eğer ben köye gelmeden önce zorlayıp aldırdıysam yemekten sonra da kestane pişirirdik sobanın içinde.
Bu yıl geldiğimde yaz olmasına rağmen sobada patates istiyorum diye tutturdum. Zorla yaktırdım artık anneannemin odasına alınmış olan o büyük sobayı. Yine sobada patates, soğan ve haşlanmış yumurtadan oluşan çok sevdiğim yemeği yedik o ilk gün. Hani duyular anıları canlandırır ya… İşte o patatesin tadı çocukluğumdu.
Köyde, evimize çok yakın bir park var. Ama ben küçükken orada düşüp kolumu çatlattığım için biz çocukların o parka gitmesini istemiyordu büyükler. Bu yüzden de evimizin bahçesine bir tane dört kişilik, bir tane de tek kişilik demir salıncak yaptırıldı. O dört kişilik salıncak yapıldığı günden beri benim hakimiyetimdedir. Oturakların arkasındaki demirin üzerine basar, kenarlardaki iki demirden tutunur; bir tarafındaki erik, diğer tarafındaki ceviz ağacının dallarını kıracak; benimle binenleri yerlerinden hoplatacak kadar hızla; birileri çığlık atmaya veya ağlamaya başlayana kadar sallardım salıncağı. Saçlarım ağaç dallarına takılırdı; salıncağı asılı tutan demirler, salıncağın asıldığı demire çarparlardı; ben durmazdım. Küçük çocukları benimle bindirirken hep uyarırlardı beni “Bu defa yavaş salla” diye. Onlar için biraz daha yavaş sallardım, en azından salıncağın iki tarafındaki demiri, yukarıdaki salıncağı asılı tutan demire çarptıracak kadar hızlanmazdım bu uyarıyı alınca. Ama mutlaka çocuklardan biri ağlar, çocuklar ağlamasa anneleri “Yeter” diye bağırarak indirirlerdi çocuklarını yanımdan. “Korkuyorlarsa binmesinler salıncağıma” derdim savunma olarak.
Geldiğimizin ertesi günü, iki yıldır binmediğim, artık sadece bahçenin içinde oturmak için kullandığımız salıncağıma bindim. Oturakların arkasındaki demire basıp iki yandan tutundum ve otomatikleşmiş hareketlerle hızlandırdım salıncağı. Salıncak ağaç dallarına çarpana, başım yaprakların arasına girene, ayaklarım salıncağın hızıyla yerden kesilene dek… Gözlerimi kapatıp rüzgarı hissettim. Ve duyular anıları canlandırır ya… O rüzgar çocukluğumdu.

Belki şimdi sevmiyorum köyde olmayı, dağa gitmeyi. Ama içimde bir yerlerde o anılar yaşıyor hala. O küçük kız sobada pişmiş patatesi, son hız salladığı salıncağı, kuzenleriyle koşup oynadığı dağı seviyor hala. Yeniden o küçük kız olmayı seviyorum bazen. Her ne kadar artık 11 yaşında değilsem de, kuzenlerimle çevrili değilsem de; gözlerimi kapatıp patatesimi yerken veya rüzgarı yüzümde, saçlarımda hissederken; hala o küçük kız değil miyim ben?



Edit: Resimler sevgilim için yine:)
Bu ağaçtan akan şey reçine. Ne bu diye elimi atıyım dedim, yapış yapış oldum. Yıkıyorum, sabunluyorum, ıslak mendille siliyorum; çıkmıyor arkadaş, çıkmıyor! Öyle yapış yapış kaldı artık elim tüm gün, sonra nasılsa geçti kendiliğinden:)

Bir sonraki yazıma kadar, hoşçakalın!:)


21 Ağustos 2013 Çarşamba

İstanbuuul:)

Bu yaz yaptığım en güzel şeyden bahsetmek istiyorum biraz da. Bu tabi ki çalışmak değil:) Çalışma hayatımı da anlatacağım bir gün, ama şimdi değil. Çalışmaya başlamadan önce İstanbul’a gittim bir haftalığına. Orada yaşayan bir kuzenim var. Dört yıldır orada yaşıyor, hatta orada evlendi ama biz daha hiç ailecek gitmedik onun yanına. Dört yılın ardından annem “Bu yaz İstanbul’a gidiyoruz” sözünü tuttu ve annem, kardeşim, ben atladık otobüse; ver elini İstanbul:) Şimdiden uyarıyım bu yazı biraz fotoğraf galerisi gibi olacak. Bunu sevgilime resimleri göstermek için bir bahane olarak kullanıyorum da bir yandan da:)
Annem üniversiteyi İstanbul’da okumuş, o yüzden o biraz biliyor İstanbul’u, yani 23 yıl öncesini:D Gerçi bazı yerlerin çok değişmediğini söyleyebiliriz.. Ben İstanbul’a birkaç defa gittim, hiçbirinde uzun süre kalıp gezme fırsatım olmadı. Kardeşim daha önce gezdi ama 6 yaşındaydı, hatırlamıyor hiçbir şey. O yüzden bunu bizim İstanbul’a ilk gelişimiz sayabiliriz, dolayısıyla en önemli tarihi yerleri gezmeye karar verdik:)
Gece otobüsüyle gittik İstanbul’a, 9 gibi oradaydık. Kuzenim bizi otogardan aldı ve bana göre “taa cehennemin dibindeki” evine gittik. Kuzenim, eşi ve köpekleri Mati:) Yavrum, kendisi çok şeker de yeni gelen herkesin üzerine atlayıp düşürmeye çalışmasa daha iyi olacak:) Bir de geçen gelişimde böyle üzerime atlamışken işediği için kendisine hafiften uyuz olmuyor değilim:D Resimdeki kardeşim, hem dış görünüş hem kişilik olarak benim tam zıttım diyebiliriz:) Mati ilk üzerine atıldı, bizimki firar:) Bu resimde alışmaya çalışıyor onun yanında olmaya. Mati iyi, güzel, hoş da ben bir köpekle aynı evin içinde yaşamaktan cidden çok rahatsız oldum. Geçen gelişimde bu kadar batmamıştı da şimdi uzun süre kalınca mı böyle oldu bilmiyorum. Bir kere evin her yerine köpek kokusu sinmişti, çok rahatsız edici. Bir-iki günden sonra boğazımda daimi bir yumru oluştu, sürekli öksürüyordum. Bir de o salak hayvan her sabah yatağıma çıkmaya çalışıyordu, yalıyordu filan. Kısacası İstanbul’dan ayrılmanın en güzel tarafı Mati’den uzaklaşmak:)
İlk gün Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıcı’na filan gidelim dedik ama şansımıza Ayasofya kapalıydı. Sultanahmet’e de bizim vaktimiz kalmadı:) Topkapı Sarayı’na bir girdin mi çıkamıyorsun zaten. Devasa bir alan ama nedense insanların bir zamanlar orada yaşadığını düşünemiyorum. Harabe gibi, bir de her yer açık, nasıl ısınıyorlardı o zaman ya? Yani bana pek “saray” izlenimi vermedi Dolmabahçe’nin aksine, ki onu da birazdan anlatacağım.
İçindekilere gelince… “Oha” olmamak mümkün mü? O zamanlar yolda çakıl yerine zümrüt, yakut mu vardı anlamadım ki arkadaş! Bulabildikleri her şeyi değerli taşlarla doldurmuşlar. Tabi ki Kaşıkçı Elması hala oradaki en gösterişli şey ama diğerlerinin de ondan geri kalır yanı yoktu. Tamamı değerli taşlarla kaplı bir kalem ve mürekkep hokkası vardı mesela, bir onun resmini çekemediğime yanarım bir de Kaşıkçı Elması’nın. Bir de Kaşıkçı Elması’nın bir süre yüzük olarak takıldığı yazıyordu, onu takan eli bir görebilir miyim? Gerçi oradaki kıyafetleri gördüğüm için Osmanlı padişahlarının Hagrid gibi yarı-dev olduğunu düşünmeye başladım. Bir kere bir kıyafetin kol boyu bir metreden fazla olabilir mi? Genişliklerinden bahsetmiyorum bile. Obezite üst sınırını aşmış olmaları lazım onu doldurabilmeleri için. O kadar kiloları varsa savaşmayı geçtim nasıl yürüyebiliyordu bu padişahlar ya? Kısacası Topkapı’da bir sürü soru işareti oluştu aklımda. Bu arada saatlerin sergilendiği oda vardı ya hani, Fransız saatleri mükemmel değil miydi?! Ne kadar uğraşmış adamlar ya alt tarafı zamanı gösterecek bir şey için. Bizimkilerin saatleri de o kadar basit ki utandım resmen. Gerçi ben cep saatlerinin ayrı bir havası olduğunu düşünmüşümdür her zaman ama yanlarında şato şeklinde, işlemeli, devasa bir saat olunca resmen ezik duruyorlardı.
Sarayı gezdikten sonra Harem kısmına girdik ama merak ediyorum niye Harem’de müzekart geçmiyor? Bir de şimdi o kadar haremle ilgili dizi var, haremi görmeden olmaz:D Ama tabi ki o da beklediğim kadar gösterişli değildi. Tamam gösterişli kısımları da vardı ama belki de bundan kaç yüzyıl öncesinden bahsettiğimiz için bana o kadar gösterişli gelmedi. Bir de şeyi fark ettim, resmen mimarimiz berbat. Ya içini full altınla da doldursan dıştan da güzel görünmesi gerekmez mi? Yok arkadaş, hepsi dışarıdan dümdüz görünüyor. Yine yüzyıl farkı mı yoksa Türkler mi mimaride iyi değildi merak ediyorum.



Topkapı Sarayı’ndan ennnn sonunda çıktığımızda da ara sokaklardan yürüyerek Yerebatan Sarnıcı’nın oraya çıktık. Bu arada orada bir ev vardı (Şekil.a’da gördüğünüz ev:D ), bayıldım:) Zaten o sokaktaki evlerin hepsi çok güzeldi, tam benim beğendiğim eski zaman evleri. Ama şu çiçeklere bakın, arkadaşlarınıza “Burası benim evim” dediğinizi düşünebiliyor musunuz? Çok, çok güzel…




Neyse işte Yerebatan Sarnıcı’na girdik. Orası çok ilginç, insanların o işlemeli sütunları, Medusa başını filan sadece suyu saklamak için yaptıklarını düşünemiyorum. Bu arada Medusa filmlerde filan çok daha farklı gösteriliyor, bu taştaki işleme bana ne öyle aman aman güzel ne de öyle aman aman korkutucu geldi. Orada para atıp dilek dilediğin bir alan vardı, tabi ki hiç kaçırmadım, hemen diledim dileğimi:) “Birileri” biliyor zaten o dileği:) Oradan çıktıktan sonra yürüdük biraz, Sultanahmet köftecisine girip köfte-piyaz yedik. İstanbul’daki piyaz benim şehrimdekinden farklı yalnız baya (Şehrimi söylemiyorum ama bilen bilir, köfte-piyazı da meşhurdur benim şehrimin:) ) . Ben bizimkini daha çok seviyorum açıkçası, bu boş geldi biraz bana. Neyse, zevkler ve renkler… :)
İkinci gün hani şu doğum günümde kendisine hediye götürdüğüm kuzenim geldi İstanbul’a, İstanbul’daki kuzenimin kardeşi olur kendisi. O gelince tarihi yerlere ara verdik ve Taksim’e gittik. Biz orada kuzenimle tüm evlere bayılıyoruz tabi, hayal kuruyoruz “Şu evi alalım” “Şu evi de alalım, balkonları çok güzel” “Hadi şunu da alalım” filan diye:D Taksim gezisi eğlenceliydi yani bizim için. Ama tam şu “malum olayların” olduğu zamanlardı, 7’de toplanılacağını görmüştük zaten Facebook’tan. Etrafta polisler filan vardı bir sürü, çok durmadık, millet toplanmaya başlarken ayrıldık oradan. Tünelin ilerisinde bir pizzacıya gittik, mükemmel pizzaları vardı, tıka basa yedik:) Taksime kendi bir kiloluk fotoğraf makinemi götürmeye üşendiğim için orada çok fotoğraf çekmedim, yani en azından “oradaydım” fotoğrafları dışında çok bir şey çekmedim. Oradan sevgilime şirin bir hediye aldım. Özellikle Taksim’den aldım çünkü birlikte İstanbul’a gittiğimizde de oraya gitmiştik, bizim anılarımızla ilgili bir şey olsun istedim:)


Akşam annemi evde bıraktık, Yeşilköy sahilinin oraya yürüyüşe gittik. Saat 9 filandı ama hala bir sürü kişi vardı suda. Ki “Burada denize girmek tehlikeli ve yasaktır” yazan kocaman tabelanın orada yüzüyorlardı. Hayır tehlikeli olmasını geçtim pis orası ya, yüzülmez orada:s Neyse yürüdük işte baya, Mati için de iyi oldu, başka köpeklerle oynadı filan. Bu sırada o gece ay da çok büyük, turuncu ve çok aşağıdaydı. Ben de hemen fotoğrafını çektim, zaten makineyi aldığımdan beri bunu yapmayı planlıyordum: D


Üçüncü gün Dolmabahçe Sarayı’na gittik. Bizim evden çıkıp merkezi yerlere varmamız öğlen 3’ü bulduğundan sadece selamlığı gezecek vaktimiz vardı. Bu arada Dolmabahçe’de rehberle gezilmesi ne kadar güzel. Keşke Topkapı’da da öyle bir şey olsaydı. Zaten kaybola kaybola geziyorsun, rehber şart oraya. Neyse, Dolmabahçe’ye aşık oldum!! Hem dışı, hem içindeki eşyalar ne kadar güzeldi. Saray yani, her yerinden belli işte. Ben böyle her odayı, her eşyayı, duvardaki her tabloyu inceleye inceleye gidiyorum; o yüzden en geride biz kaldık hep:) Beni bıraksalar; ben her eşyaya dokunarak; yaşanmışlıkları, anıları hissederek kalsam orada yıllarca. Kütüphanesini de çok sevdim, oradaki her kitabı incelemek, hepsine dokunmak isterdim. Tarihi seviyorum, antika eşyaları seviyorum. Bir zamanlar o kadar önemli insanların dolaştığı yerlerde olmayı seviyorum. Dolmabahçe bana bunu çok derinden hissettirdi. Belki de o yüzden çok, çok sevdim Dolmabahçe’yi. Bir sonraki gelişimde tekrar gezmek isterim hatta.
Dolmabahçe’den çıktıktan sonra bir süre orada deniz kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Sonra Ortaköy’e gittik. Ara sokaklarda yürüdük, takıcılara baktık. Ortaköy şirin bir yer. Çok tatlı cafe’ler de vardı orada gözüme çarpan. Ama onlara oturmadık, yan yana duran kumpircilerden birinden (6 numaradaaan:) ) kumpir alıp oradaki banklara oturduk yedik. Kuzenimin arkadaşı vardı yanımızda, o önceki gelişinde birkaç farklı kumpirciden denemiş, en güzelinin 6 numara olduğunu söyledi. Gideceklere duyurulur:D Kumpir devasaydı ama ben önce kendiminkini bitirip sonra da kuzeniminkinin yarısını yedim:D Bazen kendimi ayı gibi hissediyorum. Zaten iş arkadaşlarımdan biri de geçenlerde “Tüm gün hayvan gibi yiyorsun, nerene gidiyor anlamıyorum ki” filan dedi, sinirimi bozdu:/
Ortaköy’den sonra boğaz kenarında bir restorana gittik. Ben tatlı bir şeyler yedim. Kumpir yemeyen kardeşim de yemek yedi. Mekan güzeldi, manzarası da öyle. Fiyatlar da buna karşın çok uygundu. Yani en azından benim kendi şehrimde genelde gittiğim mekanlardan fiyat olarak bir farkı yoktu. Boğaz kenarında bir şeyler yemek sanki çok pahalıymış gibi lanse ediliyor ya genelde, o yüzden şaşırdım biraz. Burada da Anadolu yakasındaki evleri inceledik kuzenimle. Kesinlikle söyleyebilirim ki Anadolu yakası çok daha güzel. Avrupa yakası gökdelenlerle dolu bir gri yığınken Anadolu yakası yeşillikler içinde şirin evleriyle çok daha çekici.

Dördüncü gün Büyükada’ya gidecektik sabah. Ama tabi ki yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar kaçırdık vapuru:/ Biz de orada deniz kenarında belediyenin mekanı vardı, oraya oturduk. Manzarası cidden güzeldi ve fiyatları çok uygundu. Kahvaltımızı da orada yapmış olduk işte bahaneyle:)
Sonraki vapura bindik; ben böyle elimde fotoğraf makinesi, gördüğüm her şeyi, özellikle de kuşları, çekiyorum filan. Sonra nolduuu, fotoğraf makinesinin şarjı bitti! Bir şey çekemediğim halde tüm gün o bir kiloluk makineyi taşıdım yanımda:/ Kuzenimin küçük bir kompakt makinesi vardı, onu kullandım artık o gün. Bu arada hayatımda ilk defa martıları bu kadar yakından gördüm, resmen vapurun içine gireceklerdi. Öyle sevimli kuşlar değiller ama bir havaları var sanki değil mi? Simit alıp onlara attık tabi ki, klişeleri kaçırmayalım dedik:D

Büyükada’ya vardık, başladık yürümeye. Yürü Allah yürü, bitmiyor arkadaş o yol! Bende de anemi var, biraz da astım başlangıcı, 10 dakikaya bir mola vere vere tırmandık yani tepeye. Annem en tepeye kadar çıkmadı bizimle, hanımefendinin ayağında topuklular, yürüyemedi tabi:D  Biz tepeye çıktık, orada oturduk, bir şeyler içip çekirdek çitledik filan. Bu arada yan masamızda da “şu” kuş, hiç insanlardan çekinmeden orada durup yan masanın salatasından yedi:D Manzara çok güzeldi en tepede, o kadar yürümeye değdi diyebiliriz:) Sonra tekrar indik aşağı, orada yan yana 10-15 tane takıcı vardı, küçük kuzenim bana oradan bir bileklik aldı hediye olarak:)
Beşinci gün ilk gün gezemediğimiz Ayasofya ve Sultanahmet’e gittik. Ayasofya’yı çok beğendim. Orada bol bol fotoğraf çekindik yine. Ayasofyanın kilise günlerinden kalma şeyler cami günlerinden kalma şeylerden çok daha güzeldi bence. Çoğu duvarlardaki Meryem, İsa, Cebrail ve çeşitli kral ve kraliçelerin mozaikleri mesela. Onları çok beğendim. Bunların yanında cami günlerinden kalma şeyler sönük kalıyordu. Gerçi onlar her camide olduğu; bu mozaikler ise bizim kültürümüze yabancı, daha farklı, daha ilginç olduğu için olabilir bu düşüncem. Neyse ne, Ayasofya güzeldi. Bir de “şu” kapılardaki, duvarlardaki kabartmalar vardı, onları çok beğendim. Acaba insanlar ne düşünerek yaptılar onları? Mutlaka bir anlamları vardır, araştırmak gerek aslında. Sonuçta o zamanlar böyle şeyler sadece süs olsun diye değil inanışlardan dolayı yapılıyordur. Değil mi?

Ayasofya’dan çıkınca Sultanahmet’e gittik. İçine bir tek ben girdim; kuzenlerim ve annem zaten girmişti içine, kardeşiminse hiç ilgisini çekmiyordu böyle kültürel şeyler. Zaten kendisi bir hafta boyunca mızmızlanıp durdu. Dolmabahçe’de, Topkapı’da, Yerebatan Sarnıcı’nda, hepsini burnumuzdan getirdi biraz. Neyse, Sultanahmet’in ilginç bir aurası var. Huzur verici... İnsan etkileniyor ister istemez. Girip gezdiğim için mutluyum yani.


Oradan çıktıktan sonra otoparka kadar yürürken birkaç dikilitaş gördüm; her türlü tarihi şeye bayıldığım için gittim hemen yanına, yazıyı okudum, resim çektim, kabartmaları inceledim. Keşke o kabartmalarda ne yazdığını anlayabilsem… Bu konuda seminerler filan var mıdır ki, katılsam, öğrensem eski dilleri. Gerçi hani güncel dillerden hangisini biliyorum o da var ama ne biliyim, bunlar çok anlamlı, çok güzel geliyorlar bana.


Altıncı gün İstanbul’daki son günümüzdü. Pazara gittik, gezdik, gezdik, gezdik, gezdik… Hatta o kadar çok gezdik ki biz çıkmadan önce pazarın yarısı toplanıp gitmişti bile:D Dedik ki pazarı bile kapattık da gidiyoruz:D Çünkü bu beş günün hepsinde akşam eve dönerken mutlaka bir alışveriş merkezine uğradık ve hepsinde biz çıkmadan önce mağazalar kapanmaya başlamıştı:D İstanbul’da da alışverişin dibine vurdum yani yine:D

O akşam yine gece otobüsüne bindik, döndük evimize. İstanbul maceramız da bu şekilde bitti. Bu arada yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar otobüs saatini kaçırdığımızı söylemiş miydim? Adamları arayıp yalvar yakar 10 dakika beklettirdik otobüsü, elimizde valizler son sürat koştuk otogarda filan. Komiğiz ya:D İstanbul maceramızın bitişi de maceranın kendisi gibi oldu yani, gecikmeli ve komik:)








19 Ağustos 2013 Pazartesi

Anlık Farklılıklar

Hayat ne kadar ilginç değil mi? Tek bir an, tek bir hareket ne kadar çok şeyi değiştirebiliyor.. Dün Lola Rennt’i izledim. 20 dakikalık bir sürenin üç ayrı versiyonunu anlatıyordu. Kızın evden çıkmadan önce yaptığı bir anlık bir hareket farklılığı sadece… 20 dakika sonrası farklılık o kadar büyüktü ki o hareketin hayati sonuçları olduğunu bile söyleyebiliriz. Ama aslında sadece bir köpek vardı, kıza hırlıyordu ve kız korkuyor/düşüyor/öfkelenip üzerinden atlıyordu. İşte bu ufak şey 20 dk sonra hayati sonuçlar doğuruyordu. Bir de bunun yıllar sonrasını düşününce…
Bunu anlatan filmlere hep bayılmışımdır. Kelebek Etkisi’nin uzun süre favori filmim olmasının sebebi de bu sanırım. Ama bu film beni daha ilk dakikasında, bu farklılıkları göstermeye başlamadan çok önce çarptı. Sanki film benim sevmem için yapılmış gibiydi. Çekimleri, müzikleri, aradaki ufak ayrıntıları… Aslında ayrıntı vererek anlatmak isterdim ama blogumu okuduğu kesin olan tek kişiye (sevgilime:) ) spoiler vermek istemiyorum, bu filmi daha onunla birlikte de izleyeceğiz. Ve kuzenimle. Ve en yakın arkadaşımla. Bu filmi fazlasıyla izlemeyi planlıyorum anlayacağın üzere:)
Bugün yine buna benzer bir filmi, Mr. Nobody’yi izlemeyi düşünüyorum. Daha önce bir kısmını izlediğim ama devamını getiremediğim bir film. O da güzeldi ama dediğim gibi, Lola Rennt kadar beni bir anda çarpan bir film hiç olmamıştı şimdiye kadar. Artık en sevdiğim film Lola Rennt!!:):)
Kendi hayatımda da böyle şeyler var. Herkesinkinde vardır değil mi? Mesela babaannemin babası ikinci defa evlenmeseydi babaannem daha iyi bir çocukluk geçirecekti, ayağı sakatlanmayacaktı, tüm servetleri çarçur olmayacaktı. O zaman kendi statüsüne uygun bir evlilik yapacaktı. Bunun şu anda benim var olup olmamamı bile etkileyeceği kanısındayım. Annemin babası mesela… Eğer rahatsızlanmasaydı Belçika’dan Türkiye’ye belki de hiç dönmezlerdi. Annem orada evlenirdi, daha rahat, istediği gibi bir hayatı olurdu. Ben doğmazdım. Veya babamı düşünebiliriz. 23 yaşında sakatlanmasaydı futbol kariyerine devam edecekti. O transferi olacaktı. İstanbul’da bir hayat kuracaktı kendine. Annemle hiç tanışmayacaklardı. Ben hiç doğmayacaktım.

Bir an… Babaannemin ayağına düşen bir balta… Dedemin işyerindeki bir kaza… Babamın bacağına takılan bir çelme… Bunların hepsi şu an var olmamı sağladılar. Belki kötü şeylerdi, belki onların hayatlarını mahvetti. Ama benim şu an burada olmam bunlara bağlı değil mi? O zaman, eğer benim açımdan bakarsak bunlara iyi şeyler diyebilir miyiz? Veya Lao Tzu’nun dediği gibi, bir şeyin şans veya şanssızlık olduğuna karar vermede acele etmemek gerek. Sanırım hayattan çıkarılabilecek en güzel sonuç bu…

Lao Tzu-Yaşlı Adam ve Beyaz Atı  Bu hikayeyi İpek Ongün'ün Bir Genç Kızın Gizli Defteri serisinde okumuştum ilk. Sanırım 4. kitaptaydı. O zaman da çok etkilemişti beni ama şimdi bunu çok daha iyi anlayabiliyorum. Ve bu yüzden şimdi kat be kat daha fazla etkiliyor... Umarım bir şeylere acele karar verme yanlışına düşmem gelecekte...

Nasıl kore dizisi fanı oldum:p

Güneşi Beklerken’in etkisiyle başlayan Uzakdoğu dizileri saplantımdan bahsetmiştim. Boys Over Flowers’ı benim için indirme görevini evinde sınırsız internet olan erkek arkadaşıma yükledikten sonra dayanamayıp annemin ve benim 1’er gb’lık internet paketlerimizi bitmeye yaklaştırarak YouTube’dan İngilizce altyazılı olarak Ma Boy’u izledim. Sadece 3 bölüm sürdü ve oldukça da güzeldi. Ama o konuyu ver bakalım bizim senaristlere hoop al sana minimum iki sezonluk dizi:D
İnternet paketleri bittiği için Ma Boy’dan sonra başka bir şey izleyemeyeceğimi düşünüyordum kiii reklam yapmak gibi olmasın TubeMate’i hatırladım. Kendisi YouTube’dan video indirmek için olan bir program ve mükemmel çalışıyor:) Böylece işyerimin internetini dibine kadar kullandım ve Hana Yori Dango’yu, Hana Yori Dango’nun animesini ve Personal Taste’i indirdim:)
Önce dizisini, sonra animesini arka arkaya izlediğim için Hana Yori Dango konusunda kıyaslama yapacak çok şeyim var. Bir kere, animesindeki F4 cidden yakışıklı, dizide o kadar yakışıklı tipler bulamamışlar:/ Ha bir de dizi inanılmaz mutaassıp. Toplamda 4 öpüşme sahnesi var sanırım, biri ilk bölümde yanlışlıkla öpüşmeleri, biri ilk sezon finali, biri ikinci sezon finali, biri de devam filmindeki düğün sahnesi. Bu gözüme o kadar çok batmayabilirdi, eğer animesi resmen Aşk-ı Memnu yaşamıyor olsaydı!
Dizideki mutaassıplığın aksine animede ohooo, neler neler. Bir kere Tsukasa iki bölüme bir kıza neredeyse cinsel tacizde bulunuyor. Isınma bahanesiyle çırılçıplak sarılarak yattıkları sahneyi söylemiyorum bile. Animedeki herkesin “Hadi artık sevişin” diye sürekli birilerini odaya kapattıklarını da unutmamak gerek. Ha bir de Tsukasa’yla aynı odada yatan Tsukushi’nin gecenin bir yarısı odadan çıkıp kendini Rui’nin kollarına atıp öpüşmesi var. Kısacası, ne animesi ne de dizisi cinsellik açısından orta yolu bulamamış.

Dizinin ilk 6-7 bölümü animeye uygun giderken sonra birden bire pembe diziye döndürmelerine ne demeli! Evet animede de Tsukasa’nın annesi kızı istemiyor ama sonraki 14 bölüm boyunca gösterdikleri kadar abartılı hiçbir şey yapmıyor.Tsukushi’nin Tsukasa’nın temizlikçisi olması!?  Ve o hafıza kaybı!? İlk bölümleri cidden severek izlememe rağmen sonraki bölümleri ilk bölümlerin hatırına izledim diyebilirim. Ortada güzel bir konu varken yazık etmişler bence. Ve YouTube’da gördüğüm bazı video’lardan anladığım kadarıyla Boys Over Flowers da animesi yerine dizisini taklit etmeyi seçmiş, yani onu izlemeyi eskisi kadar istediğimden emin değilim.
Dizisinde animesinden daha güzel olan tek bir taraf var, Rui’nin ikinci sezonda Tsukushi’ye aşık olmasııı!:) Animede niye Rui bu kadar uyuz bir karakter anlamıyorum, 50 bölüm Tsukushi peşinden koşuyor, çocukta tık yok. Hani Tsukushi’ye azıcık baksa, şöyle azıcık aşk üçgeni oluşsa ölecek sanki! Ama dizinin sonunda Rui yapayalnız ve mutsuzken animede en azından Shizuka’yla birleştiler, bu da yine animenin artısı:) Kısaca bunu okuyan veya benim tavsiyelerini dikkate alan birileri varsa, ben animeyi izlemelerini tavsiye ederim:) Ama YouTube’da animenin İngilizce altyazılısı yok, ya da ben görmedim. İngilizce dublajlı izlemek zorunda kalıyorsunuz, ama zaten anime olduğu için bu da çok büyük bir sorun teşkil etmiyor bana göre.

Personal Taste’e gelince; çok şirin, keyifle izlenecek bir dizi:) En azından ilk 10 bölümü öyle. Jeon Jin Ho da çok tatlı, yavrum:) Kore erkekleri yakışıklı derler derler de inanmazdım, şimdilik en azından Japon erkeklerinden daha yakışıklı oldukları kesin:D Personal Taste’i Hana Yori Dango’dan daha çok sevecek gibiyim, en azından o kadar mutaassıp olup da aşkın içine etmeyecekler gibi duruyor. Hadi hayırlısı:)

Şimdilik benden bu kadar... Dizi anlatma faslına daha sonra başka başka dizilerle devam edeceğiiim:) Ha bu arada, Güneşi Beklerken ne kadar uyuz bir dizi! İzlerken resmen acı çekiyorum:/ Ah Kerem ah, yapmayacaktın bunu Zeynep’eeee, şimdi kolaysa 10 bölüm bekle aranız düzelsin de aşık olun diye:/

18 Ağustos 2013 Pazar

Bugün benim doğum günüm-dü. Doğum günüm müydü?

Doğum günümün son birkaç yıldır kutlanmadığından bahsetmiş miydim? Bu senenin farklı olacağını neden bekledim bilmiyorum. Ama beklemişim sanırım. Bugün benim doğum günümdü. Kimsenin umursamadığı doğum günüm…
İşe girdiğimden bahsetmiştim, bunu sonra uzun uzun anlatacağım zaten. İşyerim gece 3’e kadar açık. Bu yüzden de doğum günümü ilk orada kutladım. Daha doğrusu olaylar aynen şu şekilde gelişti: yanlışlıkla bir waffle fazladan yapılmıştı; ben de onun üzerini muz ve çilekle kapladım ve çikolatalı dondurma koydum (favori waffle’ımmm:) ); sonra da üzerine mum, maytap ve süsleme koydum ve kardeşimle ikimiz üfledik (Kardeşimin de işyerinde bana yardım ettiğinden bahsetmiş miydim? ). Yani bir nevi kendi kendime doğum günü kutladım.
Bugün, yani doğum günümde, küçük halamlara iftara davetliydik. Ben, her normal insanın düşüneceği gibi, bu yemeğin doğum günümle ilgili olduğunu düşündüm. Sonuçta onca gün varken bugünü seçmelerinin bir sebebi olmalıydı. Bu yüzden de fazlasıyla süslendim, elimde kuzenime iki hafta önce aldığım ama vermeye fırsat bulamadığım hediyeyle halamlara gittim. Kendi doğum gününde bir başkasına hediye götüren bir tek ben varım heralde:D
Neyse işte, halamlara gittim, kuzenim bana sarılıp doğum günümü kutladı ve hepsi bu! Küçük halam hala işteydi, işten geldikten sonra da yemek yapmaya başladı ve doğum günümü kutlamadı. Kuzenim ona bugünün benim doğum günüm olduğundan bahsettiğindeyse “Aa, öyle miydi, tamamen unutmuşum” dedi! Yani, hadi ama!! Bir insan yeğeninin doğum gününü nasıl unutabilir ki! Gerçi şimdi yalan olmasın, ben onun doğum günü tarihini bilmem. Ama bu benim doğum günüm! Her yaz kutlardık, nasıl unuturlar?!
Evlerinde kaldığımız büyük halam sabah kutladı doğum günümü, hatta hediye bile aldı. Büyük kuzenim de sabah kutladı. Annem de kutladı, hediyelerini önceden almıştı zaten. Ama onların dışındakiler kutlamadı bile. Küçük eniştem de hatırlamıyordu. İftara gelen teyzem ve eniştem de öyle. Babam bile kutlamadı tüm gün doğum günümü. O kadar arkadaşımın arasından da sadece üçü aradı kutlamak için. Biri üniversiteden, biri de lisedeki en yakın arkadaşım… Başka kimse umursamadı.
Aslında sorun halamların veya teyzemlerin hatırlamaması değil. Öğrendikten sonra da bu konuda bir şey yapmamaları! Pasta alabilirlerdi, kutlayabilirlerdi. Ama yapmadılar… Saatler geçti, iftar yapıldı, saatler geçmeye devam etti… Hiçbir şey yapmadılar. Öyle mutsuz, öyle kızgındım ki bugün izinli olmama rağmen günsonunu bensiz yapamayacaklarını söyleyerek inat ettim ve teyzemlere zorla kendimi işyerine bıraktırdım.
Gitmem iyi oldu çünkü orada kalsaydım bir sinir krizine girip ağlayarak herkese bağırabilirdim. Ve gitmem iyi oldu çünkü gerçekten de bensiz çok zorlanıyorlardı. Pos çekmeyi bile bugün benim yerime bakmak zorunda kalınca öğrenen muhasebecimizin günsonunu yapamayacağı kesindi. Kendimi işe verdim ve ağlamamaya çalıştım. Ama mutsuzluğum her halimden belliydi ve benimle birlikte orada çalışan kuzenim (beni oraya bırakan teyzemin kızı) ne olduğunu sorunca ona kimsenin doğum günümü umursamadığını söyledim. Boşvermemi söyledi ve işine devam etti. Aradan biraz zaman geçip işler yavaşladığındaysa bir anda üzeri mum, maytap ve süslemeyle dolu bir dilim cheesecake, üzerinde “Unutulmadın, doğum günün kutlu olsun” yazan bir tabak ve bana aldığı hediyeyle karşıma dikildi!:)

Bu doğum günü benim için en güzel şeyi o yaptı. Gerçekten beni düşündüğünü ve sevdiğini hissettim o an. Sanırım doğum günümün en güzel anı buydu. Ailemin doğum günümü umursamamasına, akrabalarımın ve arkadaşlarımın unutmasına, sevgilimin gelmemesine ve hediye göndermemesine rağmen, doğum günümle ilgili mutlu bir anım oldu. Keşke ben de onun için böyle güzel bir şey yapabilsem…

Bir doğum günüm daha geldi geçti. Hiç önemsenmeden… Bundan sonra hep böyle mi olacak?...

16 Temmuz 2013 Salı

Günesi Beklerken Ergenligime Döndüm

Romantik komedi filmleriyle oldugu gibi yaz dizileriyle de ilginç bir ask-nefret iliskim var. Hem inanilmaz dalga geçiyorum, hatalarini bulup sinir oluyorum hem de ayila bayila izliyorum:D Ama Günesi Beklerken bunun bir adim ötesine geçti. ilk reklamini gördüm, kardesim "Abla bu Özge Özpirinççi degil mi?" dedi ve ben tavsan görmüs tilki gibi (veya bu konuda nasil bir benzetme yapiliyorsa iste ondan) kulaklari diktim, gözleri açtim, soluksuz izledim reklami (Bu heyecanin sebebini birazdan açiklayacagim). Sonra anlik üst düzey ilgim gitti "Degil ablacim, bu kiz tipsiz ya" deyip günlük hayata döndüm. Ama diziyi de aklimin bir kösesine yazmisim demek ki. Sonra ikinci reklam çikti, konu biraz daha belirginlesti, dizi aklima daha bir kazindi, dedim ben bu diziyi izleyecegim.
ilk bölüm yayinlandi, oturttum 10 kisilik sülalemi ekran basina, herkese izlettim diziyi. Tabi saçmaliklar
saçmaliklar... Bir kere o okulda bir bedenci bir de müdür var galiba. Ha bi de nöbetçi ögretmen diye bir kavrami duymamislar galiba, hani her koridorda 2 tane olur filan. Bir bölümde okulda zilyon tane olay oldu, hiçbirinde etrafta tek bir hoca yok. Herseye göz yumabilirdim de en son 100 ögrencinin gözü önünde kizin sutyenini sarkittilar ya, o an "Yuh!" dedim, insan o bahçeye göstermelik de olsa bir ögretmen koyar.
Neyse canim, ilk bölüm çok da kötü degildi hani, ki zaten sonraki hafta sirf yeni bölümü izleyebilmek için isten izin aldim:D (is olayini da sonra açiklayacagim) ikinci bölümü daha bir sevdim. Ask filan da kattilar araya, güzel oldu. Gerçi bizim kizin saf salak hayalini gorünce "A-aa bununla mi olacaklarmis" diye bi sasirmadim degil. Ama zaten ben boyle sirin erkekleri (oglan cocugu gibi olan erkekleri) daha bi sevmisimdir her zaman. Olur dedim bagrima bastim o aski. Flashback'leri de sevdim. Gerçi o kizlarin Demet ve Jaleyle hiç alakalari yoktu ama. Hatta uzun süre hangisi hangisinin küçüklügü onu çözmeye çalistim:D Hersey iyi, güzel, hos; o son lunapark sahneleriyle yine kizdirdi kendine. Gerçekçi olalim biraz arkadaslar, hadi tamam Kerem para vermis, kapatmis lunaparki. Ama çok merak ettigim sey madem orada kimse yok, o kizlarin bindikleri oyuncaklari kim çalistirdi durdurdu? Ha bir de o alevler neydi öyle ya, komik...
Neyse ikinci bölüm de bitti. Bu sefer de canim sevgilim dedi ki "Bu bi kore dizisinden çalintiymis". (Ben bunun aynisini Kavak Yelleri'nde de yasamistim, Dawson's Creek saplantim aynen bu cümleyle basladi) Hoppaaa, sen misin bunu duyan... Ben oturdum o gece bunu arastirdim. Önce Boys Over Flowers'i kesfettim, sonra baktim Japon dizisi, filmi, animesi derken bu is baya gidiyormus. Sonra eksisozluk'tur, çesitli blog'lardir filan derken baktim Bir Ask Hikayesi de I'm sorry I love you'dan çalintiymis. (Kendisi de bu yaz takip ettigim ikinci dizim olur da) Bunu da ögrenince artik beni kimse durduramaz tabi, bir basladim kore dizilerini arastirmaya, özetini okumadigim, en azindan bir afisine bakmadigim yakin tarihli kore dizisi kalmadi diyebilirim:D Tabi çogu beni sarmadi; vücut degistirmekmis, gelecege gelmekmis, gumiho'ymus filan. Ya da mutlaka bir kraliçe, bir prenses, bir savasçi var ortada. Ama tabi o kadar dizi arastirinca arada mutlaka sevdiklerim çikiyor, 15-20 dizi sectim bile kendime:) ins okul açilip da yurdumun sinirsiz (ama salyangoz hizindaki) internetine kavusunca tek tek hepsini izleyecegim. Kore dizileriyle ilgili en sevdigim sey çok kisa sürmeleri oldu. Böyle bizim diziler gibi "100 bölümden asagi bitirmeyiz, uzattikça uzatir, cilkini çikaririz" durumu yok. Tam tadinda bitiriyorlar, en güzeli:) Kisaca bu yil kendimi Kore dizilerine verecek gibiyim, hadi hayirlisi:) Öneride bulunmak isteyen olursa buyursun etsin (gecen yazima aldigim sifir cevap sonucunda hic okuyanim olmadigina kanaat getirdim gerci ama... )
Neyse gelelim bugünkü üçüncü ve beni ennnn mutlu eden bölüme:) Bölüm iyi basladi, klasik, izliyorum filan ama hani Keremle Zeynep'in kaza yaptiktan hemen sonraki bi sarilmalari var ya, oraya kadar ekstra bir reaksiyon olmamisti. Kerem orda Zeynep'e bir sarildi ben böyle oturdugum yerden 32 dis siritmalar, sekilden sekle girmeler filan:) Mutluluktan uçtum neredeyse. Bölümün devaminda da bu böyle gitti. Kerem-Zeynep sahnelerinde ben böyle havalarda uçuyorum filan:) Dizi bitti, böyle yüzümdeki siritis yapisti kaldi, geçmiyor:) Diziyi internetten açip ayni sahneleri tekrar tekrar izleyip mutlu olmak filan istiyorum, o moddayim:D Sonra fark ettim ki ben en son Melekler Korusun'u izlerken bu kadar içsellestirmistim karakteri, bir onda bu kadar sevinmistim ask sahnelerine, kendim yasiyormusum gibi heyecanlanmistim. iste Özge Özpirinççi'ye olan asiri sevgim de oradan gelir. Onunla ayni seyleri o kadar çok hissettim ki bir noktadan sonra sanki o da beni taniyormus gibi, boyle sanki en yakin arkadasimmis gibi filan hissetmeye baslamistim. Hayir sizofren degilim, sadece ergenlik:D Eh be Günesi Beklerken, beni 15 yasima geri döndürdün ya, ne desem bos:) Kaybettigim bir seyi tekrar bulmus gibiyim, ins mahvetmezler diziyi.
Eskiden günlüklerime repliklerine kadar dizi özeti cikarirdim (Ergenlik bunlar heep:D). Sonra tabi kizdim kendime, attim o günlüklerin hepsini cöpe. Simdi elimde günlügüm olsa tekrar yapmaya  baslayabilirim. Oha lan, noldum ben, korktum bir an kendimden:D Tamam bebegim gecti o, bak diziydi, bittiiii, haftaya kadar unut sen onu, haftaya tekrar izlersin bak, unut simdi, yok oldu a-aa bak, kayboldu. Sakiiin. :D
Aslinda is hayatimla ilgili bir yazi yazmak istiyordum son iki haftadir ama naparsin, ergenligim agir basti:D Bir sonraki yazima artik:) Sadece su kadarini söyleyebilirim: "Allahim nolur beni sonsuza kadar ögrenci yaaaap!"

21 Haziran 2013 Cuma

Romantik Komedi??

Son günlerde biraz uykusuzluk yaşıyorum. Az önce Bad Teacher'ı, sonra da Letters to Juliet'i izledim. Bana göre gecenin bir yarısı izlenecek tek film türü dublajlı romantik komedilerdir. Hatta o filmi daha önceden izlediysem daha bile iyi olur, böylece merakımı cezbedip beni uyanık tutmayacağından emin olabilirim. Eğer elimin altında böyle filmler yoksa veya olanları sıkacak kadar çok izlediysem geriye her zaman izlenebilecek tek film kalır: Harry Potter. Her defasında birinciden başlar, ve birkaç ay içinde tüm filmleri tekrardan izlemiş olurum. Bu hafta üç defa Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'nı açtım, yarısında uyuyakaldım ama bilgisayarı kapatmadığım için film sonuna dek oynadı üç defasında da. Ve bu yüzden bilinçaltıma Harry Potter'ın yerleştiğinden şüpheleniyorum ama aynı durumu daha önce defalarca yaşadığım için muhtemelen çoktan bilinçaltıma kazınmıştır ve bunu dert etmek için de çok geç:)
Neyse, aslında bahsedeceğim şey bu değildi. Letters to Juliet'i izledim ve filmden NEFRET ettim! Bir kere aldatma temasından nefret ederim. Ama eğer bu temayla birlikte aldatmanın yol açtığı psikolojik buhran işlendiyse o zaman ortaya ilginç bir film çıkabilir. Ama bunun gibi, sevgilisini aldatan ama bu konuda pişmanlık duymayan, sevgilisinden de ayrılmayan ama filmin son 15 dakikasında sevgilisinden ayrılıp da kendini diğer adamın kollarına atıp ona "sırılsıklam aşık olduğunu" söyleyen kadın tipi beni delirtiyor. Yani hayatım, allah aşkına iki dakikada nereden aşık oldun elin adamına? Hayır benim sevgilime aşık olmam kaç ayımı aldı, sen adamla bir kere öpüş sonra hemen aşık ol. Nasıl bir öpücükse artık... Bir diğer nefret ettiğim konu da ilk aşkını arayan Claire karakteri. Yani adamdan 50 yıl önce ayrılmış, bir başkasıyla evlenmiş, bir aile kurmuş, bir anda her şeyi silip ilk aşkının peşine düşüyor. E noldu senin kocana? Sende hiç mi değeri yoktu ki hala 50 yıl önceki adama aşıksın, onun verdiği yüzüğü kolye olarak taşıyorsun? O zaman ne evliliğin değeri kaldı ne de kurduğun ailenin...
Hayır bir de bu filmlerde hep şöyledir; sevgilileriyle bir zilyon yıldır çıkıyorlardır, evliliğin kıyısına gelinir ama bir türlü emin olamamışlardır, o sırada bir erkek görüverirler, iki gün birlikte vakit geçirirler sonra hoop aşk... Hayır bir de neden tüm konuşmalar bir yapmacık, bir eğreti durur bu filmlerde? Bu cümleleri kim yazıyor? Neden gerçek hayattaki gibi konuşamaz hiç kimse? Ve bir de tabii benim en nefret ettiğim olay var: neden son dakikalarda mutlaka birileri sahneye filan çıkıp da 200 kişinin önünde bir ilan-ı aşk konuşması yapmak zorundadır? Ya da illa ilan-ı aşk olmasına gerek yok, hani hiçbir normal insanın 200 kişi önünde yapmayacağı kadar kişisel ve saçma bir konuşma... Küçüklüğümden beri ne zaman filmlerin bu kısmına gelinse kulaklarımı tıkar ve başımı ya bir yastığın altına ya da bacaklarımın arasına kıstırır ve bitmesini beklerim. Onlar konuştukça ben kendimi rezil olmuş gibi hissederim hep. Sanırım ilginç bir durum ama ben kabullendim artık. Gerçi annem hala her seferinde aynı şaşkın ifadeyle "Napıyorsun?" demeyi sürdürüyor:)
Romantik komedi filmlerindeki sevmediğim şeylerden bahsetmişken sanırım "zaman kaybı" olarak niteleyebileceğim Romantik Komedi 2 filminden de bahsedebilirim. Hayır zaten film tamamen yabancı filmlerden sahneler seç-birleştir-al sana senaryo şeklinde yapılmış. Anlamadığım nokta da acaba gerçekten bunu çakmayacağımızı mı düşünüyorlar? Bu ülkede yabancı film izleyen çok geniş bir kitlenin varlığını açıkça yok sayıyorlar ki böyle bir şey yapabiliyorlar. Bir de kopyaladıkları filmlerin en azından izlenebilir olmasına rağmen bu film nasıl bu kadar yapmacık, bu kadar saçma olabiliyor? Ama buna rağmen imdb'de 5.7 almış ki filmin "esinlenildiği" Monster-in-law 5.2 , Sex and the City 5.2 , Leap Year 6.2 alırken (Hangover'ı söyleyemiyorum, puanı filmin kalitesini belli ediyor zaten) kim ona bu kadar puan vermiş gerçekten anlamıyorum. Senaristi kim bilmiyorum ama tanıyan bilen varsa allah aşkına neyin kafasını yaşadığını sorabilir mi? Hayır yani zaten sahneler "esinlenilmiş", senaryoyu yazmak ne kadar zor olabilir ki? Ama replikler on yaşındaki biri yazmış gibi. Arada devasa kopukluklar, film biterken havada kalmış saçma sapan şeyler var. Hani yani Ajda Pekkan şarkı söylerken sahneye atıldıkları o aptal kısmı koymak yerine havada kalan şeyleri bitirselermiş ya. Bir de bu filmi vizyona girmeden o kadar kişi izliyor, hiçbiri mi dememiş "Hacı bu ne?" . Korktuğum üzere üçüncüsü de gelecek bu filmin, o zaman da Gürgen Öz üzerinden ilerletip "What to Expect When You're Expecting" çakması koyarlar önümüze, ne de olsa kimsenin haberi yok bu filmlerden ya...
Çok fazla laf söyledim ama iyi geldi, rahatladım. Bunu okuyan birileri varsa; bana laf söyleyemeyeceğim romantik komedi filmleri önermek isteyen olursa buyursun yazsın:)
Bu arada tüm söylediklerimin yanında; romantik komedilere bayılıyorum:)

19 Haziran 2013 Çarşamba

Kalıplar..

Geçen gün blogger'daki profilimi yazmaya çalışıyordum. Ama sadece çalışıyordum... Orada doldurulacak çok fazla alan vardı. Şehir: Bunu söylemek istemiyorum. Profil Fotoğrafı: Resmimin olmasını istemiyorum. İlgi Alanları: Burası biraz karışık. Giriş: Kendim hakkında yazacak 1200 harf bulamıyorum! Favori Filmler: Tercih yapmak çok zor!! Favori Müzikler: Bir anda dinlediğim tüm şarkıların aklımdan uçup gitmesi mümkün mü? Favori Kitaplar: Ahh! Benimle dalga geçerler!
Aslında bu kısımların hiçbirini doldurmak istemiyorum. Çünkü hiçbiri beni bütün olarak yansıtmayacak. Mesela favori kitaplara Harry Potter'ı yazarsam benim hakkımda ne düşünürler? 20 yaşındayım ve hala neredeyse her yıl 7 kitabı da tekrar okuyorum. İlk üç kitabı çocukluğumun masumiyetine dönmek için. Diğer kitapları da filmlere koyulmayacak kadar değersiz, ama bence o kitapları mükemmel yapan ufak ayrıntıları tekrar okumak için. Biliyorum belki salakça. Ama muhtemelen daha uzun süre bu salak geleneği sürdüreceğim. Belki de artık çocukluğuma dönmeye ihtiyaç duymayasıya kadar...
Sonra mesela tüm Woody Allen filmlerine bayılıyorum dersem... Ama bayılıyorum! Woody Allen bence mükemmel bir yönetmen. Bence yaptığı her filme kendinden bir dokunuş katıyor. O yüzden her filmde o sihirli dokunuşun tadını alabiliyorum. Bu filmleri bu kadar özgün yapan da bu. Ya da belki öznel demeliyim. Çünkü özneller. Nasıl görmek istiyorsa öyle yontuyor dünyayı. İyi-kötü tüm olaylara kendi gözlükleriyle bakıyor. Ve bizi de bu gözlüklerle bakmaya zorluyor. Trajik değil hiçbir filmi, olsa olsa trajikomik. Çünkü hayat da böyledir biraz. Her trajedinin arkasında gülünecek bir şey vardır. O sadece bunları ortaya çıkarmayı seviyor. Ve biz hayatta zaten yeterince trajedi yaşarken o filmler iki saatliğine bizi o trajedilere farklı açılardan bakmaya, onlara gülmeye zorluyor. Ve gülücükle yok olan böcürt gibi yok oluyor trajediler. İşte bunu seviyorum.
Sonra Star Wars var mesela. Evet bunu profilime yazdım. Ama mesela gelecekte evime ışın kılıçlarından almak istediğimi söylesem? Tabi aynısı Harry Potter serisindeki asalar için de geçerli. Yüzüklerin Efendisi'ndeki yüzük için de. R2D2'yu da alabiliyor muyuz? Eğer öyleyse onu da istiyorum! Bu da kendimi biraz geek gibi hissetmeme sebep oluyor. Aslında öyle olduğumdan değil tabi. Ama mesela insanlar bunu görünce beni tanımadan bazı yargılarda bulunabilirler. İşte bunu sevmiyorum. İnsanların bir iki kelimeden yola çıkarak sizi zihinlerindeki bir kalıba oturtmalarını... Aynı zamanda hem böyle eşyaları toplayıp hem de eğlenmesini bilen bir sosyal kelebek olabilirim. Ama hayır, insanların zihninde ikisi birden olamazsın. Çünkü ancak tek yönünü görürler senin. Oysa insan hep dediğim gibi bir prizmadır aslında.O kadar çok yönü vardır ki kalıplara oturtmak imkansızdır. Her insan özeldir, tektir. Ama kalıplara oturtmak kolay gelir onlara. Ve o kalıplara uygun davranmadığınızdaysa şaşırırlar. Hep onların sizden bekledikleri gibi davranmalısınızdır. Kalıplar, kalıplar... Keşke onları zihinlerimizden tamamen atsak ve tüm insanları bütün yönleriyle tanımak için çaba göstersek.
İlgi alanlarımı yazmaksa benim için cidden zor. Moda. Çocukluğumdan beri ilgi alanım olmuştur. Çoğu günler en büyük sorunum "şu eteğe nasıl bir kombin yapabilirim", "bu kombini tamamlamak için şunu almam gerek" gibi şeyler oluyor. Ama GERÇEKTEN yeteri kadar ilgileniyor muyum? Başkalarının bunu söylediğimde bekleyecekleri kadar.. Sonra fotoğrafçılık... Ama bu konuda iyi olduğumu hiç sanmıyorum. Yani bilmiyorum. Haftalardır elime kamerayı alıp çekim yapmamışken nasıl fotoğrafçılıkla ilgileniyorum diyebilirim? Sonra kitap okumayı çok seviyorum. Ve tabi ki film izlemeyi. Ama her gün mutlaka bir film izlerken nasıl oluyorsa asıl izlemem gereken filmleri hep kaçırıyorum. Daha doğrusu bana "ölmeden önce izlemem gerektiği" söylenen filmleri. Ya benim tarzım değillerse? Ya ben onlardan zevk almıyorsam? Ama mesela film izlemeyi sevdiğimi yazdığım anda insanlar benden o filmleri izlemiş olmamı bekleyecek. Veya okunması gereken kitapları okumuş olduğumu. Ki bunların neler olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Ben Reşat Nuri Güntekin okuyorum, Halide Edip Adıvar, Jane Austen okuyorum. Ama aynı zamanda J.K. Rowling okuyorum, Agatha Christie, Ahmet Ümit, Elif Şafak, Ayşe Kulin, Canan Tan okuyorum. Vampir Günlüklerini okuyorum, Alacakaranlık'ı okuyorum, 10 yaşındakiler için yazılmış içinde çizimler olan büyük yazılı kitapları okuyorum. Ve bunların hepsini severek yapıyorum. Ama "kitap okumayı seviyorum" yazdığımda bunları okumamı beklemeyecekler benden. İşte bu yüzden ilgi alanları kısmını boş bıraktım. Yazacak bir şeyim olmadığı için değil. Yazacaklarımın başkalarına nasıl görüneceğimi düşündüğümden...
Şimdi bu yazıya baktığımda kendimi koca bir paranoyak olarak görüyorum. Belki de öyleyimdir, kim bilir:)
Edit:Sevgilime bu yazıyı okutunca R2D2'yu çöp kutusu veya süpürge olarak alabiliyorsak alalım dedi. Zavallı R2D2 :D

18 Haziran 2013 Salı

Kırılmak...

Kırılmak kelimesini düşünüyordum. Hani kırılmak deyince hep kalbin kırılması anlaşılır ya. Hani kalbinde hissedersin bu hissi. Bence yanlış.
Ben kırılmayı kalbimde hissetmiyorum. Sanki iki göğsümün arasından bir çatlak oluşuyor, aşağı doğru yamuk yumuk ve acı verici bir şekilde ilerliyor. İşte böyle kırılıyorum bence. Sanki bedenim bir kaya parçası gibi; iki göğsümün arasına indirilen hançerle çatlıyor ve ilerliyor bu çatlak. Ama göbeğime varmadan duruyor ilerlemesi. Ve bir anlık acıyla ellerini orada birleştiriyorsun. İki göğsünün arasında. Sadece senin görebildiğin o çatlakta... O çatlağı kapatmak istercesine duruyor orada ellerin. Çatlak kapanmıyor. Acı artıyor. Gözlerine yaşlar doluyor istemsizce. Gözlerini kırpıp uzaklaştırmak istiyorsun yaşları. Yenileri geliyor. Göz kapakların engel olamıyor coşkun bir dere gibi hücum eden gözyaşlarına. Gözyaşları yanaklarından aşağı akmaya başlıyor. Çenene geldiklerinde durmayıp hızla boynuna damlıyorlar. Orada artık güçlerini kaybetmiş gibi, yavaş yavaş akıyorlar iki göğsünün arasına. Anka kuşunun gözyaşları gibi o çatlağı iyileştirmek için geliyorlar. Ama işe yaramıyor. İyileşmiyor o çatlak. Eski bir evin duvarlarında olduğu gibi, sonsuza dek orada kalıyor. Bir depremle yıkılabileceklerini gösteren o duvarlar gibi, bir başka darbede sonsuza dek kırılabileceğini, parçalanabileceğini gösterircesine...
Senin ellerinin, senin gözyaşlarının kapatamayacağı o çatlak; seven bir adamın dudaklarının dudaklarında bıraktığı ateşle, seven bir adamın ellerinin saçlarında gezinmesiyle, seven bir adamın gözlerinin bir duygulu bakışıyla... Seven bir adamla... Sadece sevgiyle... Sadece şefkatle... Sadece aşkla... Ne kadar kolay kapatılabilir aslında.
Bunun farkında olmasını dilediğimiz tüm erkeklere...

3 Nisan 2013 Çarşamba

Son Zamanlar

İki aydır yazmamama rağmen geçen ay 45 sayfa görüntülenmesi olmuş... Benim açımdan oldukça şaşırtıcı, ama muhtemelen yanlışlıkla girip çıkanlardır diyerek kendimi beni "gerçekten" okuyan birilerinin olabileceği hayaline kaptırmıyorum:D gerçi biriyle tanıştım zaten, yani tamamen boşluğa da yazmıyormuşum yazılarımı.
Eveeet, 2 ay geçti ve ben iki ayda çooook şey yaşadım. Sayılır. Gibi... Pek değil. :D Neyse canım birkaç şey yaşadım en azından. Geçen ay 5. Ulusal Tıp Öğrenci Kongresi'ne katıldım. Transplantasyon konuluydu ve aslında oldukça eğiticiydi. Gerçi muhtemelen oraya bir şeyler öğrenmek için giden kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Eğer Belek'te beş yıldızlı bir oteli 20-21 yaşındaki 400 öğrenciyle doldurur ve onlara 24 saat sınırsız içki sunarsanız orada eğitim yapmayı baştan unutabilirsiniz:)
Tabii kendimin de sütten çıkmış ak kaşık olduğumu iddia etmiyorum ama en azından sunumların yarısına filan katıldım ve tabii en önemlisi en azından otel görevlilerinin lanet okumasına, turistlerin gecenin dördünde oteli terk etmelerine sebep olacak kadar da olay çıkarmadım. Tabi bunu her şeyi arka arkaya dikip sarhoş olduğumda beni odama götürecek kadar duyarlı ve içki içmeyen arkadaşlarıma borçluyum ama olsun, ben yine de kendimi diğerlerinden ayrı tutuyorum:)
Kongre eğlenceliydi ve belki seneye de gidebilirim. Tabii bu sefer erkek arkadaşımın da gelmesi kaydıyla... Kongre resmen çiftler geçidiydi ve ben (aklımın başımda olduğu zamanlarda) "Keşke sevgilim de burada olsaydı" deyip durdum. Aklımın başımda olmadığı zamanlarda ise "Burada örnek domates vermiyorlar ki" gibisinden şeyler demişim ama beynim o kısımlara reset attığı için bunları ertesi sabah, o gece benimle ilgilenen her kimse ondan dinliyorum.
Bu arada kongreden önce saçlarımı tekrar ve tekrar küllü kumrala boyadım. Ama şu anda yeniden açık sarıya doğru bir dönüşüm geçirdiler. Allahımmm, zamanı geriye alabilsem ve tüm o bol duşlu röfle maceramı silebilsemmm! Böylece saçlarım kendi güzel küllü sarılıklarında kalırdı ve iki aya bir "kumrala boyarsam belki koyulaşır" umuduyla kendimi bolca kaşıntı yapan ve iğrenç kokan kimyasala bulamak zorunda kalmazdım.
Kimyasal demişken... İki yılın sonunda klinik derslere geçmiş bulunuyoruuuum! Klinik dersler dediğim mikrobiyoloji, patoloji, farmakoloji filan ama tüm o biyokimya, biyofizik, anatomi, fizyolojiden sonra bana oturup kan kültürlerindeki bakterileri incelemek mükemmel geliyor. Tabii hakkını yemeyeyim anatomi pratiklerini ve sevgili kadavralarımızı çok özleyeceğim. HAH! O her an gözlerini açacak ve "Bana ne yapıyorsunuz?" diye hesap soracakmış gibi duran; geniz yakıcı, göz yaşartıcı kokusuyla bizi bitiren korkunç kadavralarımızı özleyeceğimi kim tahmin ederdi... Neyse, bundan sonra onun yerine canlı hastalar, gerçek ameliyatlar bizi bekliyor. Bu çooook uzun doktorluk yolunda ikinci aşamaya geçtik artık. Hadi hayırlısı:)
Konudan konuya atlamak gibi oluyor ama neyse.. Bu hafta Elif Şafak'ın Bit Palas romanını okudum. Biraz eski bir kitabı (2002'de yazılmış) ama ben geçenlerde aldım ve gerçekten çok beğendim. Gerçi ben Elif Şafak'ın yazım tarzını, geniş kelime hazinesini ve seçtiği konuları oldukça ilgi çekici bulmuşumdur hep. Ondan önce de George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni okudum. Bu kitabı nasıl sınıflandırırım bilmiyorum. Yazarın da dediği gibi "bir peri masalı" aslında. Çok etkili yazılmış, tamamen metaforlarla dolu bir kitap. Ve bahsettiği konu benim gibi apolitik birini bile ilgilendiriyorsa bu kitabı kim sevmesin ki diye düşünüyorum.
Kitaplarla şu ara aram iyi ama nedense bu sefer de filmleri boşladım. Tanrı Kent, King's Speech, Life is Beautiful, The Shawshank Redemption gibi filmler başucumda üst üste dizili, izlenmeyi bekliyorlar. Bu kış bir ayımı Woody Allen'ın tüm filmlerini indirmeye ayırdım ama şu an çoğu izlenmemiş bir şekilde haftalardır açılmayan klasörlerinde hatırlanmayı bekliyorlar.
Aslında filmleri boşlamamın sebebi kitaplar değil, şu ara bir nostalji hevesim var. Hani hatırlar mısınız, biz küçükken TRT1'de Çalıkuşu dizisi vardı. Hani Aydan Şener oynuyordu, mükemmel ötesi bir müziği vardı (Bkz. http://www.youtube.com/watch?v=yXV3PkT8-cA ).. Çalıkuşu benim en sevdiğim yerli romandır. Reşat Nuri Güntekin de en sevdiğim yerli yazarlardan. Bu dizi kitaptaki o mükemmelliği, Feride'nin yaralı ruhunun ilginçliğini yansıtmaya muvaffak olamamıştı benim gözümde. Ama o şarkı... Saatlerde oturup tekrar tekrar dinleyebilirim. Bu şarkı çaldığında Feride geliyor gözlerimin önüne. Ama Aydan Şener değil, benim kitabı okuduğumda zihnimde canlandırdığım Feride. Yine yollarda, yine yalnız, başı önünde. Gitmeye mecbur kalmış yine... Bir şarkının sizinle konuştuğunu düşünmek normal mi? Neyse, çok saptırdım konuyu. İşte Çalıkuşu dizisini izledim tekrar. Ve tabi çocukluğumdaki başka dizileri de, saçma olsalar bile. Mesela Dadı, mesela Tatlı Hayat. Küçükken çok severdim bunları. Tekrar bunları izlemek, kendimi tekrar o küçük kız gibi hissetmek hoşuma gidiyor belki de... Sanırım geçmişe özlem hayatımızın her evresinde baş etmek zorunda kalacağımız bir sorun.
Bu yazılara mutlu mutlu başlayıp da sonra nedenle ciddileşme, belki sıkıcılaşma belki duygusallaşma olayım nereden geliyor anlayabilmiş değilim. Gerçi bu seferkinin sözde linkini almak içinn açtığım ama arka arkaya üç kez dinlediğim Çalıkuşu müziğiyle ilgisi olabilir, inkar etmiyorum:)
Geçen iki ay hiç yazmadım, umarım bundan sonra bol bol yazarım. Ne de olsa ortalamamın 75 olacağını garantilediğim için kendi kendime neredeyse yaz tatili uygulaması başlattım. Şu ara fazlasıyla boşum:) Yakında tekrar görüşmek umuduyla...

6 Şubat 2013 Çarşamba

Tatil!?

Son bir buçuk haftadır sözde tatildeyim. Tatilden hemen sonraya komite sınavım var ve ben gezip tozmak yerine bilgisayar karşısına oturup Thalamus'un bir milyon farklı nucleus'unun adını ve görevini öğrenmek için beynimi patlatıyorum. Gerçekten çok sinir bozucu. Oysa ben de isterdim şu an arkadaşlarımla (hangi arkadaşlarsa artık onlar... Hayali arkadaşlarımla herhalde) canlı müzik'te olayım, ya da hiç olmadı televizyon karşısında zap yaparken "televizyonda izleyecek hiçbir şeyin olmadığından" yakınayım. Ama hayııır, bir tıp öğrencisi asla tatil yapamaz. Belki finali de yaz tatilinden sonraya koyarlar da ömrümün son yaz tatilini mahvetme şansını kaçırmazlar.
Neyse, başka şeylerden bahsedelim. Sırf gri-yeşil botlarıma ve ona eş çantama uyuyor diye aldığım beyaz kaşe montu giydiğim şu iki aylık sürede beyaz kaşe montla yapılmaması gerekenlerden oluşan bir liste hazırladım: -Asla bir yere yaslanma hatasına düşme. -Beyaz kaşe üzerindeyken sakın çamurlu karlarla kar topu savaşı yapma. -Asla fotoğrafçılık dersi için modellik yapacağım diye çiçeklerin arasına oturma. -Köpek sevme. Hatta hiç bir canlıyı sevme. -Sakın otobüse binme. O kaşe insanlara veya nesnelere değmemek üzere tasarlanmış. -Mümkün mertebe, beyaz kaşe giyme!
Şu ara saçlarımdan çok sıkılıyorum. Gerçi aynı bahaneyle daha geçen ay boyattım ama zaten küllü kumral olmasını istediğim saçım yeterince koyulaşmadı ve şimdi de boya aktığı için tekrar sarışınım. Normalde bu durumda gidip saçımı kestirirdim ama etrafımdaki tüm kızların bellerine kadar gelen upuzun saçlarını gördükçe saçlarımı uzatmaya karar verdim ve artık saçlarımı kestirmiyorum. Gerçi uzun saçlı halimle ne kadar güzel görüneceğimden şüpheliyim ama yine de denemem gerek. Bundan birkaç yıl önce kalçama kadar gelen saçlarım vardı ve aslında seviyordum, bilmiyorum. Ama saçlarım çok uzun oldukları için okul yönetimine fazla batıyordu. Sarışın olduğum için fazla dikkat çekiyordum ve her gün birkaç defa saçlarımı toplamam söyleniyordu. Sonra saçlarımı toplamaya başladım; bu sefer de çok uzun olduğu için toplu gibi görünmediğini, örmemi söylediler. Sürekli bu uyarıyı almaya başladıktan sonra saçlarımı örmeye başladım. Bu sefer de kaküllerim sorun oldu ve o noktada benim canıma tak etti, fazla radikal bir kararla saçlarımı çeneme bile gelmeyecek kadar kısa kestirdim. Ve sonra o rahatlııık. Allahım, duş sürem birden bire 20 dakikaya düşmüştü. Artık saçımı düzleştirmek sadece 5 dakikamı alıyordu.Saç taramak yoktu. Okulda azar işitmek yoktu. Mükemmel!
Ve bu rahatlık yüzünden son üç yıldır saçlarımı kısa kestiriyorum. Gerçi istediğim kadar kısa değil. Kuaförler mutlaka bana karşı çıkıyor ve saçlarımı omuz seviyemin biraz üzerinde bırakıyorlar. Ama yine de hala eski upuzun halinden çok daha rahat. Şimdi bunu söyleyince... Acaba saçlarımı uzatmasam mı ki... Ya da uzatsam ama paraya kıyıp Brezilya fönü mü yaptırsam? Böylece en azından bir saat süren saç düzleştirme işkencesinden kurtulurum. Kararsızıım, kararsızım.
Son zamanlarda ojelerim üzerinde uğraşmaktan çok keyif alır oldum. Tırnağımın yarısına bir renk, diğer yarısına başka bir renk oje sürmeye, ojelerimin üzerine puanlar yapmaya filan başladım. Bunun üzerine de kendime nail art ojelerinden aldım, şu fırçası ince olanlardan. Ama ne yazık ki onlarla sürmek normal oje sürmekten çok daha zor ve ben ilk denememde batırdım gibi bir şey. Sözde sadece ince, yatay bir çizgi çekecektim. Ama çizgi çok bozuk olunca düzeltmek için iyice kalınlaştırdım. Sonra da o kalınlık güzel gelmedi ve bir dikey çizgi çizip + yapayım diye düşündüm. + olarak daha hoş görünüyordu ama bu sefer de herkes tırnaklarıma hac çizdiğimi düşünmeye başladı. Ben de "O HAC DEĞİL ARTIII!" diye laf anlatmaktan çok sıkıldım ve sildim ojeleri. Sanırım o nail art oje çekmecemin dibini boylayacak ve bir daha güneşi göremeyecek.
Sevgilimle bir anlaşma yapmıştık, yarı yıl tatiline kadar alışveriş yapmayacaktım ve tatilde de sadece 200 lira harcayacaktım. İlk başlarda uyuyordum anlaşmaya ama alışveriş yapmayalı 15 günü geçince kafayı yeme noktasına geldim ve sevgilim bana acıyıp o gün 50 liralık alışveriş yapmama izin verdi. Ve tabii tatil için 150 lira kotam kaldı. Tatil geldiğinde en sonunda alışveriş yapabildiğim için o kadar heyecanlıydım ki elime ne geçtiyse denedim, denediklerimi limitime uyacak şekilde eledim ve iki pantolon, iki etek, bir bluz, bir küpe aldım. Sonra eve geldiğimde pantolonlardan birini çok beğenmediğime karar verdim. Ve nedense o iki etek de gözüme o kadar hoş gelmemeye başladı. Ve anladım ki tüm alışveriş hevesinizi bir güne saklamamalısınız. O enerji biriktikçe çok kötü sonuçlar ortaya çıkarabiliyor. En iyisi azar azar, mesela her hafta 50'şer 50'şer... Buradan sevgilime duyurulur:p
Muhtemelen bu cümleden sonra ben artık ölü bir insanın sevgili okurlarım. Bir ay içinde dönmezsem, beni bırakın ve yolunuza devam edin...

20 Ocak 2013 Pazar

Cheese!

O kadar uzun zamandır yazmıyorum ki yazmayı unutmuşum gibi geliyor. Nedense hiçbir şeye vakit bulamıyorum şu aralar. Sözde Anna Karanina'yı okuyorum kaç haftadır ama bir haftadır elime bile almadım kitabı. İnternetim iyi çekiyor diye her gün film indiriyorum ama hiçbirini izlemiyorum. Derslerim birikti uzun süredir, nedense hiç çalışamıyorum. Tüm vaktimi neyle geçirdiğime dair hiçbir fikrim yok. O kadar çok boş vakit harcıyorum ki sonra düşündüğümde inanamıyorum kendime.
Geçen hafta sonu kuzenimdeydim. Onunla vakit geçirdik, kuzenimle 6 tane film izledik, güzeldi ama boştu. Hafta içini zaten hiç söylemiyorum. Saatler akıp geçiyor hafta içi. Bu hafta sonu da akıp geçti. Dün sevgilimin evine "altın gününe" davetliydik. Arada bir birimizin evine gidiyoruz böyle, bir şeyler yiyip oyun filan oynuyoruz. Kendi aramızda "Çeyrek altınınızı alın da gelin" diye bir esprimiz var, onun için adı böyle kaldı. Dün akşama kadar oradaydım, dönünce de hiçbir şey yapmadım.
Bugün de fotoğraf gezimiz vardı. Bu sene fotoğrafçılık dersi alıyorum okulda. Teorik kısım bitti, fotoğraf gezilerine başladık. Bugün de deniz kenarına, eski sokaklara gittik; bir sürü fotoğraf çektik. Tabi ben daha çok model olmak zorunda kaldım. Fotoğraf çektirmeyi çok sevmiyorum aslında, o yüzden bazen fazla gerildim. Neyse ki çoğunlukla doğa üzerine çalıştık da ben de fotoğraf çekme imkanı bulabildim.
Bu fotoğrafçılık olayı uzun süredir ilgimi çekiyor aslında. Gerçi bu dersi almak zorunda kalmaktan pek memnun değildim. Ben sinema dersini istiyordum ama onda yer kalmadığı için bu geldi. Ben de bunun verdiği hayal kırıklığıyla fotoğrafçılığa karşı biraz önyargılı yaklaşmış olabilirim. Hele de ilk dersler fotoğraf makinesinin teknik özelliklerini işliyorken sıkıntıdan ölüyordum. Ama sonra sahne seçimi, ışık seçimi gibi bizi daha çok ilgilendiren konulara geçince dersler cidden zevkli olmaya başladı. Hele ki fotoğraf yorumlama ve kendi beğendiğimiz fotoğrafları getirip inceleme derslerine geldiğimizde farkettim ki ben bu dersi cidden seviyorum. Zaten hocamız çok tatlı bir adam. Çocuk cerrahı, fotoğrafçılıkla baya ilgili, bize bir şeyler öğretme konusunda da fazlasıyla hevesli. Çok iyi anlaşıyoruz onunla. Her ders kahvelerimizi, patlamış mısırlarımızı, çikolatalarımızı koyup bize ders anlatıyor adam; daha ne yapsın...
Son fotoğraf yorumlama derslerine kadar hocanın bana özel bir ilgisi yoktu sanırım. Sadece örnek göstermek istediği bir şeyler olduğunda beni model olarak kullanıyordu. Ama fotoğraf yorumlama dersinde çoğu kişinin fark etmediği fotoğraf hatalarını hemen fark ettiğim için, iyi yorumlayabildiğim için hocanın ilgisini çektiğimi düşünüyorum. Beğendiğim fotoğrafları getirdiğimde de kötü yorum yapmadı. Gerçi genel olarak çok yorum yapmadı, getirdiğim fotoğraflar teknik açısından kusursuz ama çok da ilginç olmayan fotoğraflardı. Özgüven sorunumdan dolayı böyle bir kolaya kaçma durumu oldu. Ve yine özgüven sorunumdan dolayı bugünkü fotoğraf gezisine de gitmek istemiyordum. Herkesin profesyonel makinesi var, benim elimde kırmızı dijital makine; herkes yıllardır bu işi yapıyor, ben hayatımda ilk defa fotoğraf gezisine gidiyorum vs...
Neyse ki hiç beklediğim gibi değildi. Zaten sadece üç kişinin profesyonel makinesi vardı, dijital makineler arasında da benimki en iyisiydi. Bir de erkek grubunun çoğunun oraya laf olsun diye geldiği belliydi. Gerçekten fotoğraf çekmeye çalışan birkaç kişi vardı sadece. Onların arasında da nedense ben parladım. Oysa biri bence gerçekten çok uğraşıyordu. Hani çektiği fotoğrafları görmedim, zaten o da çok hava atma modunda değildi, daha çok işini yapıyor gibiydi. Bense evet belki güzel bir şey görmek konusunda iyiydim ama onu yakalamak konusunda çok da iyi değildim sanırım. Hoca da birkaç defa bana fotoğraf gözümün çok iyi olduğunu ama teknik konusunda kendimi geliştirmem gerektiğini söyledi. Bu çok sorun değil, ne de olsa bu konuda daha çok yeniyim. Ama yeteneğim olduğunu öğrendiğim için çok mutluyum. En azından artık beynimin sağ lobu yutmuş bir sol lobdan oluştuğunu düşünmüyorum:)
Herşey çok güzel gidiyordu ta ki tam güzel bir poz yakalayacağım sırada fotoğraf makinem "Pil deşarj oldu" uyarısıyla son nefesini verene dek. O andan sonra benim için her şey bitti. Tabi sonra arkadaşımın profesyonel makinesiyle birkaç çekim yapmaya çalıştım. Ama ayarlaması benim için o kadar zordu ki tamamen vazgeçtim profesyonel makine alma sevdasından. Ben kendi kırmızı, şeker makinemle ne kadar mutluymuşum meğer. Neyse ki bundan sonra çok fotoğraf çekmedik. Bir yere oturup bir şeyler içtik. Hoca "Hepinizin ilgisi dağıldı, ilgisi dağılmayanların da şarjı bitti" diye bizi dağıttı.
Ama biz hiç eve gitmek istemiyorduk, o yüzden de önce yemeğe, ardından da sahafa gittik. O kadar çok kitap vardı ki nereye bakacağımı şaşırdım. Bu şehre geldim geleli sahafa gitmediğim için bana çok ilginç geldi oradaki ortam. Beni oraya bırakacaksın, ben orada saatlerce kendi kendime kitapları inceleyeceğim, 3-4 saat sonra alacaksın:) Ayşe Kulin'in Nefes Nefes'e kitabını aldım oradan. Ayşe Kulin'in tarzını çok seviyorum. Özellikle gerçek hayatlara, gerçek insanlara dayandırarak, boşlukları doldurarak gerçekten etkileyici bir roman çıkartabilmesine hayranım.
İşte bugünüm de aşağı yukarı böyle geçti aslında. Güzeldi, boştu... Bugünü daha güzel yapacak tek şey votka ve kahve likörü alıp kendimi White Russian'a boğmak olacaktı. Ama ne yazık ki 35'lik kahve likörü yoktu gittiğim iki yerde de. Napalım, kısmet değilmiş, bir sonrakine artık:)

Ve şu an fark ettim ki geçen hafta sonunu da, bu hafta sonunu da aynı şekilde tanımlamışım: güzel ama boş... Belki de bunu değiştirmeye çalışmalıyım...