3 Nisan 2013 Çarşamba

Son Zamanlar

İki aydır yazmamama rağmen geçen ay 45 sayfa görüntülenmesi olmuş... Benim açımdan oldukça şaşırtıcı, ama muhtemelen yanlışlıkla girip çıkanlardır diyerek kendimi beni "gerçekten" okuyan birilerinin olabileceği hayaline kaptırmıyorum:D gerçi biriyle tanıştım zaten, yani tamamen boşluğa da yazmıyormuşum yazılarımı.
Eveeet, 2 ay geçti ve ben iki ayda çooook şey yaşadım. Sayılır. Gibi... Pek değil. :D Neyse canım birkaç şey yaşadım en azından. Geçen ay 5. Ulusal Tıp Öğrenci Kongresi'ne katıldım. Transplantasyon konuluydu ve aslında oldukça eğiticiydi. Gerçi muhtemelen oraya bir şeyler öğrenmek için giden kişilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Eğer Belek'te beş yıldızlı bir oteli 20-21 yaşındaki 400 öğrenciyle doldurur ve onlara 24 saat sınırsız içki sunarsanız orada eğitim yapmayı baştan unutabilirsiniz:)
Tabii kendimin de sütten çıkmış ak kaşık olduğumu iddia etmiyorum ama en azından sunumların yarısına filan katıldım ve tabii en önemlisi en azından otel görevlilerinin lanet okumasına, turistlerin gecenin dördünde oteli terk etmelerine sebep olacak kadar da olay çıkarmadım. Tabi bunu her şeyi arka arkaya dikip sarhoş olduğumda beni odama götürecek kadar duyarlı ve içki içmeyen arkadaşlarıma borçluyum ama olsun, ben yine de kendimi diğerlerinden ayrı tutuyorum:)
Kongre eğlenceliydi ve belki seneye de gidebilirim. Tabii bu sefer erkek arkadaşımın da gelmesi kaydıyla... Kongre resmen çiftler geçidiydi ve ben (aklımın başımda olduğu zamanlarda) "Keşke sevgilim de burada olsaydı" deyip durdum. Aklımın başımda olmadığı zamanlarda ise "Burada örnek domates vermiyorlar ki" gibisinden şeyler demişim ama beynim o kısımlara reset attığı için bunları ertesi sabah, o gece benimle ilgilenen her kimse ondan dinliyorum.
Bu arada kongreden önce saçlarımı tekrar ve tekrar küllü kumrala boyadım. Ama şu anda yeniden açık sarıya doğru bir dönüşüm geçirdiler. Allahımmm, zamanı geriye alabilsem ve tüm o bol duşlu röfle maceramı silebilsemmm! Böylece saçlarım kendi güzel küllü sarılıklarında kalırdı ve iki aya bir "kumrala boyarsam belki koyulaşır" umuduyla kendimi bolca kaşıntı yapan ve iğrenç kokan kimyasala bulamak zorunda kalmazdım.
Kimyasal demişken... İki yılın sonunda klinik derslere geçmiş bulunuyoruuuum! Klinik dersler dediğim mikrobiyoloji, patoloji, farmakoloji filan ama tüm o biyokimya, biyofizik, anatomi, fizyolojiden sonra bana oturup kan kültürlerindeki bakterileri incelemek mükemmel geliyor. Tabii hakkını yemeyeyim anatomi pratiklerini ve sevgili kadavralarımızı çok özleyeceğim. HAH! O her an gözlerini açacak ve "Bana ne yapıyorsunuz?" diye hesap soracakmış gibi duran; geniz yakıcı, göz yaşartıcı kokusuyla bizi bitiren korkunç kadavralarımızı özleyeceğimi kim tahmin ederdi... Neyse, bundan sonra onun yerine canlı hastalar, gerçek ameliyatlar bizi bekliyor. Bu çooook uzun doktorluk yolunda ikinci aşamaya geçtik artık. Hadi hayırlısı:)
Konudan konuya atlamak gibi oluyor ama neyse.. Bu hafta Elif Şafak'ın Bit Palas romanını okudum. Biraz eski bir kitabı (2002'de yazılmış) ama ben geçenlerde aldım ve gerçekten çok beğendim. Gerçi ben Elif Şafak'ın yazım tarzını, geniş kelime hazinesini ve seçtiği konuları oldukça ilgi çekici bulmuşumdur hep. Ondan önce de George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni okudum. Bu kitabı nasıl sınıflandırırım bilmiyorum. Yazarın da dediği gibi "bir peri masalı" aslında. Çok etkili yazılmış, tamamen metaforlarla dolu bir kitap. Ve bahsettiği konu benim gibi apolitik birini bile ilgilendiriyorsa bu kitabı kim sevmesin ki diye düşünüyorum.
Kitaplarla şu ara aram iyi ama nedense bu sefer de filmleri boşladım. Tanrı Kent, King's Speech, Life is Beautiful, The Shawshank Redemption gibi filmler başucumda üst üste dizili, izlenmeyi bekliyorlar. Bu kış bir ayımı Woody Allen'ın tüm filmlerini indirmeye ayırdım ama şu an çoğu izlenmemiş bir şekilde haftalardır açılmayan klasörlerinde hatırlanmayı bekliyorlar.
Aslında filmleri boşlamamın sebebi kitaplar değil, şu ara bir nostalji hevesim var. Hani hatırlar mısınız, biz küçükken TRT1'de Çalıkuşu dizisi vardı. Hani Aydan Şener oynuyordu, mükemmel ötesi bir müziği vardı (Bkz. http://www.youtube.com/watch?v=yXV3PkT8-cA ).. Çalıkuşu benim en sevdiğim yerli romandır. Reşat Nuri Güntekin de en sevdiğim yerli yazarlardan. Bu dizi kitaptaki o mükemmelliği, Feride'nin yaralı ruhunun ilginçliğini yansıtmaya muvaffak olamamıştı benim gözümde. Ama o şarkı... Saatlerde oturup tekrar tekrar dinleyebilirim. Bu şarkı çaldığında Feride geliyor gözlerimin önüne. Ama Aydan Şener değil, benim kitabı okuduğumda zihnimde canlandırdığım Feride. Yine yollarda, yine yalnız, başı önünde. Gitmeye mecbur kalmış yine... Bir şarkının sizinle konuştuğunu düşünmek normal mi? Neyse, çok saptırdım konuyu. İşte Çalıkuşu dizisini izledim tekrar. Ve tabi çocukluğumdaki başka dizileri de, saçma olsalar bile. Mesela Dadı, mesela Tatlı Hayat. Küçükken çok severdim bunları. Tekrar bunları izlemek, kendimi tekrar o küçük kız gibi hissetmek hoşuma gidiyor belki de... Sanırım geçmişe özlem hayatımızın her evresinde baş etmek zorunda kalacağımız bir sorun.
Bu yazılara mutlu mutlu başlayıp da sonra nedenle ciddileşme, belki sıkıcılaşma belki duygusallaşma olayım nereden geliyor anlayabilmiş değilim. Gerçi bu seferkinin sözde linkini almak içinn açtığım ama arka arkaya üç kez dinlediğim Çalıkuşu müziğiyle ilgisi olabilir, inkar etmiyorum:)
Geçen iki ay hiç yazmadım, umarım bundan sonra bol bol yazarım. Ne de olsa ortalamamın 75 olacağını garantilediğim için kendi kendime neredeyse yaz tatili uygulaması başlattım. Şu ara fazlasıyla boşum:) Yakında tekrar görüşmek umuduyla...