20 Ocak 2013 Pazar

Cheese!

O kadar uzun zamandır yazmıyorum ki yazmayı unutmuşum gibi geliyor. Nedense hiçbir şeye vakit bulamıyorum şu aralar. Sözde Anna Karanina'yı okuyorum kaç haftadır ama bir haftadır elime bile almadım kitabı. İnternetim iyi çekiyor diye her gün film indiriyorum ama hiçbirini izlemiyorum. Derslerim birikti uzun süredir, nedense hiç çalışamıyorum. Tüm vaktimi neyle geçirdiğime dair hiçbir fikrim yok. O kadar çok boş vakit harcıyorum ki sonra düşündüğümde inanamıyorum kendime.
Geçen hafta sonu kuzenimdeydim. Onunla vakit geçirdik, kuzenimle 6 tane film izledik, güzeldi ama boştu. Hafta içini zaten hiç söylemiyorum. Saatler akıp geçiyor hafta içi. Bu hafta sonu da akıp geçti. Dün sevgilimin evine "altın gününe" davetliydik. Arada bir birimizin evine gidiyoruz böyle, bir şeyler yiyip oyun filan oynuyoruz. Kendi aramızda "Çeyrek altınınızı alın da gelin" diye bir esprimiz var, onun için adı böyle kaldı. Dün akşama kadar oradaydım, dönünce de hiçbir şey yapmadım.
Bugün de fotoğraf gezimiz vardı. Bu sene fotoğrafçılık dersi alıyorum okulda. Teorik kısım bitti, fotoğraf gezilerine başladık. Bugün de deniz kenarına, eski sokaklara gittik; bir sürü fotoğraf çektik. Tabi ben daha çok model olmak zorunda kaldım. Fotoğraf çektirmeyi çok sevmiyorum aslında, o yüzden bazen fazla gerildim. Neyse ki çoğunlukla doğa üzerine çalıştık da ben de fotoğraf çekme imkanı bulabildim.
Bu fotoğrafçılık olayı uzun süredir ilgimi çekiyor aslında. Gerçi bu dersi almak zorunda kalmaktan pek memnun değildim. Ben sinema dersini istiyordum ama onda yer kalmadığı için bu geldi. Ben de bunun verdiği hayal kırıklığıyla fotoğrafçılığa karşı biraz önyargılı yaklaşmış olabilirim. Hele de ilk dersler fotoğraf makinesinin teknik özelliklerini işliyorken sıkıntıdan ölüyordum. Ama sonra sahne seçimi, ışık seçimi gibi bizi daha çok ilgilendiren konulara geçince dersler cidden zevkli olmaya başladı. Hele ki fotoğraf yorumlama ve kendi beğendiğimiz fotoğrafları getirip inceleme derslerine geldiğimizde farkettim ki ben bu dersi cidden seviyorum. Zaten hocamız çok tatlı bir adam. Çocuk cerrahı, fotoğrafçılıkla baya ilgili, bize bir şeyler öğretme konusunda da fazlasıyla hevesli. Çok iyi anlaşıyoruz onunla. Her ders kahvelerimizi, patlamış mısırlarımızı, çikolatalarımızı koyup bize ders anlatıyor adam; daha ne yapsın...
Son fotoğraf yorumlama derslerine kadar hocanın bana özel bir ilgisi yoktu sanırım. Sadece örnek göstermek istediği bir şeyler olduğunda beni model olarak kullanıyordu. Ama fotoğraf yorumlama dersinde çoğu kişinin fark etmediği fotoğraf hatalarını hemen fark ettiğim için, iyi yorumlayabildiğim için hocanın ilgisini çektiğimi düşünüyorum. Beğendiğim fotoğrafları getirdiğimde de kötü yorum yapmadı. Gerçi genel olarak çok yorum yapmadı, getirdiğim fotoğraflar teknik açısından kusursuz ama çok da ilginç olmayan fotoğraflardı. Özgüven sorunumdan dolayı böyle bir kolaya kaçma durumu oldu. Ve yine özgüven sorunumdan dolayı bugünkü fotoğraf gezisine de gitmek istemiyordum. Herkesin profesyonel makinesi var, benim elimde kırmızı dijital makine; herkes yıllardır bu işi yapıyor, ben hayatımda ilk defa fotoğraf gezisine gidiyorum vs...
Neyse ki hiç beklediğim gibi değildi. Zaten sadece üç kişinin profesyonel makinesi vardı, dijital makineler arasında da benimki en iyisiydi. Bir de erkek grubunun çoğunun oraya laf olsun diye geldiği belliydi. Gerçekten fotoğraf çekmeye çalışan birkaç kişi vardı sadece. Onların arasında da nedense ben parladım. Oysa biri bence gerçekten çok uğraşıyordu. Hani çektiği fotoğrafları görmedim, zaten o da çok hava atma modunda değildi, daha çok işini yapıyor gibiydi. Bense evet belki güzel bir şey görmek konusunda iyiydim ama onu yakalamak konusunda çok da iyi değildim sanırım. Hoca da birkaç defa bana fotoğraf gözümün çok iyi olduğunu ama teknik konusunda kendimi geliştirmem gerektiğini söyledi. Bu çok sorun değil, ne de olsa bu konuda daha çok yeniyim. Ama yeteneğim olduğunu öğrendiğim için çok mutluyum. En azından artık beynimin sağ lobu yutmuş bir sol lobdan oluştuğunu düşünmüyorum:)
Herşey çok güzel gidiyordu ta ki tam güzel bir poz yakalayacağım sırada fotoğraf makinem "Pil deşarj oldu" uyarısıyla son nefesini verene dek. O andan sonra benim için her şey bitti. Tabi sonra arkadaşımın profesyonel makinesiyle birkaç çekim yapmaya çalıştım. Ama ayarlaması benim için o kadar zordu ki tamamen vazgeçtim profesyonel makine alma sevdasından. Ben kendi kırmızı, şeker makinemle ne kadar mutluymuşum meğer. Neyse ki bundan sonra çok fotoğraf çekmedik. Bir yere oturup bir şeyler içtik. Hoca "Hepinizin ilgisi dağıldı, ilgisi dağılmayanların da şarjı bitti" diye bizi dağıttı.
Ama biz hiç eve gitmek istemiyorduk, o yüzden de önce yemeğe, ardından da sahafa gittik. O kadar çok kitap vardı ki nereye bakacağımı şaşırdım. Bu şehre geldim geleli sahafa gitmediğim için bana çok ilginç geldi oradaki ortam. Beni oraya bırakacaksın, ben orada saatlerce kendi kendime kitapları inceleyeceğim, 3-4 saat sonra alacaksın:) Ayşe Kulin'in Nefes Nefes'e kitabını aldım oradan. Ayşe Kulin'in tarzını çok seviyorum. Özellikle gerçek hayatlara, gerçek insanlara dayandırarak, boşlukları doldurarak gerçekten etkileyici bir roman çıkartabilmesine hayranım.
İşte bugünüm de aşağı yukarı böyle geçti aslında. Güzeldi, boştu... Bugünü daha güzel yapacak tek şey votka ve kahve likörü alıp kendimi White Russian'a boğmak olacaktı. Ama ne yazık ki 35'lik kahve likörü yoktu gittiğim iki yerde de. Napalım, kısmet değilmiş, bir sonrakine artık:)

Ve şu an fark ettim ki geçen hafta sonunu da, bu hafta sonunu da aynı şekilde tanımlamışım: güzel ama boş... Belki de bunu değiştirmeye çalışmalıyım...