21 Haziran 2013 Cuma

Romantik Komedi??

Son günlerde biraz uykusuzluk yaşıyorum. Az önce Bad Teacher'ı, sonra da Letters to Juliet'i izledim. Bana göre gecenin bir yarısı izlenecek tek film türü dublajlı romantik komedilerdir. Hatta o filmi daha önceden izlediysem daha bile iyi olur, böylece merakımı cezbedip beni uyanık tutmayacağından emin olabilirim. Eğer elimin altında böyle filmler yoksa veya olanları sıkacak kadar çok izlediysem geriye her zaman izlenebilecek tek film kalır: Harry Potter. Her defasında birinciden başlar, ve birkaç ay içinde tüm filmleri tekrardan izlemiş olurum. Bu hafta üç defa Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'nı açtım, yarısında uyuyakaldım ama bilgisayarı kapatmadığım için film sonuna dek oynadı üç defasında da. Ve bu yüzden bilinçaltıma Harry Potter'ın yerleştiğinden şüpheleniyorum ama aynı durumu daha önce defalarca yaşadığım için muhtemelen çoktan bilinçaltıma kazınmıştır ve bunu dert etmek için de çok geç:)
Neyse, aslında bahsedeceğim şey bu değildi. Letters to Juliet'i izledim ve filmden NEFRET ettim! Bir kere aldatma temasından nefret ederim. Ama eğer bu temayla birlikte aldatmanın yol açtığı psikolojik buhran işlendiyse o zaman ortaya ilginç bir film çıkabilir. Ama bunun gibi, sevgilisini aldatan ama bu konuda pişmanlık duymayan, sevgilisinden de ayrılmayan ama filmin son 15 dakikasında sevgilisinden ayrılıp da kendini diğer adamın kollarına atıp ona "sırılsıklam aşık olduğunu" söyleyen kadın tipi beni delirtiyor. Yani hayatım, allah aşkına iki dakikada nereden aşık oldun elin adamına? Hayır benim sevgilime aşık olmam kaç ayımı aldı, sen adamla bir kere öpüş sonra hemen aşık ol. Nasıl bir öpücükse artık... Bir diğer nefret ettiğim konu da ilk aşkını arayan Claire karakteri. Yani adamdan 50 yıl önce ayrılmış, bir başkasıyla evlenmiş, bir aile kurmuş, bir anda her şeyi silip ilk aşkının peşine düşüyor. E noldu senin kocana? Sende hiç mi değeri yoktu ki hala 50 yıl önceki adama aşıksın, onun verdiği yüzüğü kolye olarak taşıyorsun? O zaman ne evliliğin değeri kaldı ne de kurduğun ailenin...
Hayır bir de bu filmlerde hep şöyledir; sevgilileriyle bir zilyon yıldır çıkıyorlardır, evliliğin kıyısına gelinir ama bir türlü emin olamamışlardır, o sırada bir erkek görüverirler, iki gün birlikte vakit geçirirler sonra hoop aşk... Hayır bir de neden tüm konuşmalar bir yapmacık, bir eğreti durur bu filmlerde? Bu cümleleri kim yazıyor? Neden gerçek hayattaki gibi konuşamaz hiç kimse? Ve bir de tabii benim en nefret ettiğim olay var: neden son dakikalarda mutlaka birileri sahneye filan çıkıp da 200 kişinin önünde bir ilan-ı aşk konuşması yapmak zorundadır? Ya da illa ilan-ı aşk olmasına gerek yok, hani hiçbir normal insanın 200 kişi önünde yapmayacağı kadar kişisel ve saçma bir konuşma... Küçüklüğümden beri ne zaman filmlerin bu kısmına gelinse kulaklarımı tıkar ve başımı ya bir yastığın altına ya da bacaklarımın arasına kıstırır ve bitmesini beklerim. Onlar konuştukça ben kendimi rezil olmuş gibi hissederim hep. Sanırım ilginç bir durum ama ben kabullendim artık. Gerçi annem hala her seferinde aynı şaşkın ifadeyle "Napıyorsun?" demeyi sürdürüyor:)
Romantik komedi filmlerindeki sevmediğim şeylerden bahsetmişken sanırım "zaman kaybı" olarak niteleyebileceğim Romantik Komedi 2 filminden de bahsedebilirim. Hayır zaten film tamamen yabancı filmlerden sahneler seç-birleştir-al sana senaryo şeklinde yapılmış. Anlamadığım nokta da acaba gerçekten bunu çakmayacağımızı mı düşünüyorlar? Bu ülkede yabancı film izleyen çok geniş bir kitlenin varlığını açıkça yok sayıyorlar ki böyle bir şey yapabiliyorlar. Bir de kopyaladıkları filmlerin en azından izlenebilir olmasına rağmen bu film nasıl bu kadar yapmacık, bu kadar saçma olabiliyor? Ama buna rağmen imdb'de 5.7 almış ki filmin "esinlenildiği" Monster-in-law 5.2 , Sex and the City 5.2 , Leap Year 6.2 alırken (Hangover'ı söyleyemiyorum, puanı filmin kalitesini belli ediyor zaten) kim ona bu kadar puan vermiş gerçekten anlamıyorum. Senaristi kim bilmiyorum ama tanıyan bilen varsa allah aşkına neyin kafasını yaşadığını sorabilir mi? Hayır yani zaten sahneler "esinlenilmiş", senaryoyu yazmak ne kadar zor olabilir ki? Ama replikler on yaşındaki biri yazmış gibi. Arada devasa kopukluklar, film biterken havada kalmış saçma sapan şeyler var. Hani yani Ajda Pekkan şarkı söylerken sahneye atıldıkları o aptal kısmı koymak yerine havada kalan şeyleri bitirselermiş ya. Bir de bu filmi vizyona girmeden o kadar kişi izliyor, hiçbiri mi dememiş "Hacı bu ne?" . Korktuğum üzere üçüncüsü de gelecek bu filmin, o zaman da Gürgen Öz üzerinden ilerletip "What to Expect When You're Expecting" çakması koyarlar önümüze, ne de olsa kimsenin haberi yok bu filmlerden ya...
Çok fazla laf söyledim ama iyi geldi, rahatladım. Bunu okuyan birileri varsa; bana laf söyleyemeyeceğim romantik komedi filmleri önermek isteyen olursa buyursun yazsın:)
Bu arada tüm söylediklerimin yanında; romantik komedilere bayılıyorum:)

19 Haziran 2013 Çarşamba

Kalıplar..

Geçen gün blogger'daki profilimi yazmaya çalışıyordum. Ama sadece çalışıyordum... Orada doldurulacak çok fazla alan vardı. Şehir: Bunu söylemek istemiyorum. Profil Fotoğrafı: Resmimin olmasını istemiyorum. İlgi Alanları: Burası biraz karışık. Giriş: Kendim hakkında yazacak 1200 harf bulamıyorum! Favori Filmler: Tercih yapmak çok zor!! Favori Müzikler: Bir anda dinlediğim tüm şarkıların aklımdan uçup gitmesi mümkün mü? Favori Kitaplar: Ahh! Benimle dalga geçerler!
Aslında bu kısımların hiçbirini doldurmak istemiyorum. Çünkü hiçbiri beni bütün olarak yansıtmayacak. Mesela favori kitaplara Harry Potter'ı yazarsam benim hakkımda ne düşünürler? 20 yaşındayım ve hala neredeyse her yıl 7 kitabı da tekrar okuyorum. İlk üç kitabı çocukluğumun masumiyetine dönmek için. Diğer kitapları da filmlere koyulmayacak kadar değersiz, ama bence o kitapları mükemmel yapan ufak ayrıntıları tekrar okumak için. Biliyorum belki salakça. Ama muhtemelen daha uzun süre bu salak geleneği sürdüreceğim. Belki de artık çocukluğuma dönmeye ihtiyaç duymayasıya kadar...
Sonra mesela tüm Woody Allen filmlerine bayılıyorum dersem... Ama bayılıyorum! Woody Allen bence mükemmel bir yönetmen. Bence yaptığı her filme kendinden bir dokunuş katıyor. O yüzden her filmde o sihirli dokunuşun tadını alabiliyorum. Bu filmleri bu kadar özgün yapan da bu. Ya da belki öznel demeliyim. Çünkü özneller. Nasıl görmek istiyorsa öyle yontuyor dünyayı. İyi-kötü tüm olaylara kendi gözlükleriyle bakıyor. Ve bizi de bu gözlüklerle bakmaya zorluyor. Trajik değil hiçbir filmi, olsa olsa trajikomik. Çünkü hayat da böyledir biraz. Her trajedinin arkasında gülünecek bir şey vardır. O sadece bunları ortaya çıkarmayı seviyor. Ve biz hayatta zaten yeterince trajedi yaşarken o filmler iki saatliğine bizi o trajedilere farklı açılardan bakmaya, onlara gülmeye zorluyor. Ve gülücükle yok olan böcürt gibi yok oluyor trajediler. İşte bunu seviyorum.
Sonra Star Wars var mesela. Evet bunu profilime yazdım. Ama mesela gelecekte evime ışın kılıçlarından almak istediğimi söylesem? Tabi aynısı Harry Potter serisindeki asalar için de geçerli. Yüzüklerin Efendisi'ndeki yüzük için de. R2D2'yu da alabiliyor muyuz? Eğer öyleyse onu da istiyorum! Bu da kendimi biraz geek gibi hissetmeme sebep oluyor. Aslında öyle olduğumdan değil tabi. Ama mesela insanlar bunu görünce beni tanımadan bazı yargılarda bulunabilirler. İşte bunu sevmiyorum. İnsanların bir iki kelimeden yola çıkarak sizi zihinlerindeki bir kalıba oturtmalarını... Aynı zamanda hem böyle eşyaları toplayıp hem de eğlenmesini bilen bir sosyal kelebek olabilirim. Ama hayır, insanların zihninde ikisi birden olamazsın. Çünkü ancak tek yönünü görürler senin. Oysa insan hep dediğim gibi bir prizmadır aslında.O kadar çok yönü vardır ki kalıplara oturtmak imkansızdır. Her insan özeldir, tektir. Ama kalıplara oturtmak kolay gelir onlara. Ve o kalıplara uygun davranmadığınızdaysa şaşırırlar. Hep onların sizden bekledikleri gibi davranmalısınızdır. Kalıplar, kalıplar... Keşke onları zihinlerimizden tamamen atsak ve tüm insanları bütün yönleriyle tanımak için çaba göstersek.
İlgi alanlarımı yazmaksa benim için cidden zor. Moda. Çocukluğumdan beri ilgi alanım olmuştur. Çoğu günler en büyük sorunum "şu eteğe nasıl bir kombin yapabilirim", "bu kombini tamamlamak için şunu almam gerek" gibi şeyler oluyor. Ama GERÇEKTEN yeteri kadar ilgileniyor muyum? Başkalarının bunu söylediğimde bekleyecekleri kadar.. Sonra fotoğrafçılık... Ama bu konuda iyi olduğumu hiç sanmıyorum. Yani bilmiyorum. Haftalardır elime kamerayı alıp çekim yapmamışken nasıl fotoğrafçılıkla ilgileniyorum diyebilirim? Sonra kitap okumayı çok seviyorum. Ve tabi ki film izlemeyi. Ama her gün mutlaka bir film izlerken nasıl oluyorsa asıl izlemem gereken filmleri hep kaçırıyorum. Daha doğrusu bana "ölmeden önce izlemem gerektiği" söylenen filmleri. Ya benim tarzım değillerse? Ya ben onlardan zevk almıyorsam? Ama mesela film izlemeyi sevdiğimi yazdığım anda insanlar benden o filmleri izlemiş olmamı bekleyecek. Veya okunması gereken kitapları okumuş olduğumu. Ki bunların neler olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok. Ben Reşat Nuri Güntekin okuyorum, Halide Edip Adıvar, Jane Austen okuyorum. Ama aynı zamanda J.K. Rowling okuyorum, Agatha Christie, Ahmet Ümit, Elif Şafak, Ayşe Kulin, Canan Tan okuyorum. Vampir Günlüklerini okuyorum, Alacakaranlık'ı okuyorum, 10 yaşındakiler için yazılmış içinde çizimler olan büyük yazılı kitapları okuyorum. Ve bunların hepsini severek yapıyorum. Ama "kitap okumayı seviyorum" yazdığımda bunları okumamı beklemeyecekler benden. İşte bu yüzden ilgi alanları kısmını boş bıraktım. Yazacak bir şeyim olmadığı için değil. Yazacaklarımın başkalarına nasıl görüneceğimi düşündüğümden...
Şimdi bu yazıya baktığımda kendimi koca bir paranoyak olarak görüyorum. Belki de öyleyimdir, kim bilir:)
Edit:Sevgilime bu yazıyı okutunca R2D2'yu çöp kutusu veya süpürge olarak alabiliyorsak alalım dedi. Zavallı R2D2 :D

18 Haziran 2013 Salı

Kırılmak...

Kırılmak kelimesini düşünüyordum. Hani kırılmak deyince hep kalbin kırılması anlaşılır ya. Hani kalbinde hissedersin bu hissi. Bence yanlış.
Ben kırılmayı kalbimde hissetmiyorum. Sanki iki göğsümün arasından bir çatlak oluşuyor, aşağı doğru yamuk yumuk ve acı verici bir şekilde ilerliyor. İşte böyle kırılıyorum bence. Sanki bedenim bir kaya parçası gibi; iki göğsümün arasına indirilen hançerle çatlıyor ve ilerliyor bu çatlak. Ama göbeğime varmadan duruyor ilerlemesi. Ve bir anlık acıyla ellerini orada birleştiriyorsun. İki göğsünün arasında. Sadece senin görebildiğin o çatlakta... O çatlağı kapatmak istercesine duruyor orada ellerin. Çatlak kapanmıyor. Acı artıyor. Gözlerine yaşlar doluyor istemsizce. Gözlerini kırpıp uzaklaştırmak istiyorsun yaşları. Yenileri geliyor. Göz kapakların engel olamıyor coşkun bir dere gibi hücum eden gözyaşlarına. Gözyaşları yanaklarından aşağı akmaya başlıyor. Çenene geldiklerinde durmayıp hızla boynuna damlıyorlar. Orada artık güçlerini kaybetmiş gibi, yavaş yavaş akıyorlar iki göğsünün arasına. Anka kuşunun gözyaşları gibi o çatlağı iyileştirmek için geliyorlar. Ama işe yaramıyor. İyileşmiyor o çatlak. Eski bir evin duvarlarında olduğu gibi, sonsuza dek orada kalıyor. Bir depremle yıkılabileceklerini gösteren o duvarlar gibi, bir başka darbede sonsuza dek kırılabileceğini, parçalanabileceğini gösterircesine...
Senin ellerinin, senin gözyaşlarının kapatamayacağı o çatlak; seven bir adamın dudaklarının dudaklarında bıraktığı ateşle, seven bir adamın ellerinin saçlarında gezinmesiyle, seven bir adamın gözlerinin bir duygulu bakışıyla... Seven bir adamla... Sadece sevgiyle... Sadece şefkatle... Sadece aşkla... Ne kadar kolay kapatılabilir aslında.
Bunun farkında olmasını dilediğimiz tüm erkeklere...