23 Ağustos 2013 Cuma

İçimdeki Küçük Kız...



Son birkaç gündür köydeyiz. Babam ve annem iki haftaya bir, hafta sonu için geliyordu zaten köye ama ben ve kardeşim çalıştığımız için onlarla gelmiyorduk çoğunlukla. Artık çalışmadığım için ve küçük halamlar da İzmir’e tatile gittikleri için (bu da onlarda kalamayacağım, yani çook sıkılacağım anlamına geldiği için) bu sefer ben de onlarla geldim.

Eskiden her yaz bir ay kamp yaptığımızdan bahsetmişimdir mutlaka. Son 3-4 yıldır babamlar artık kamp yapamadığı için köydeki evde kalıp, dağa da günübirlik piknik yapmaya gittiğimizden de bahsetmişimdir. Bu ev bize dedemden kalma; iki katlı, bahçeli, garajlı, şirin bir ev. Üst katı anne tarafından en iyi anlaştığımız büyük teyzemlere, alt katı ise bize ait. Ama biz yılın büyük çoğunluğunda burada olmadığımız için evin, bahçenin bakımıyla; bahçeye ekilecek sebze-meyvelerle köydeki bir akrabamız ve aslında ilgilenmese daha iyi olacak olan anneannem ilgileniyor.
Eskiden buraya daha çok gelirdik. Daha kalabalık olurduk eskiden. O zaman daha çok çocuk vardı etrafta. Büyük teyzemin kızları, torunları; küçük teyzemin benden 3 yaş küçük olan kızı; ortanca teyzemin üç çocuğu… Her kış en az bir defa gelirdik buraya. Gelir gelmez soba yakılırdı her odada, ama öncelikle üst katın salonunda. Çünkü o oda kışın ortak alanımız olurdu. Yemekleri orada yer, akşamları orada oturur, geceleri biz çocuklar hep beraber orada yatardık.
Soba yakılır yakılmaz patates atılırdı içine. Büyükler temizlik yapar, odaları hazırlarken; biz çocuklar sıcak salonda oturur, televizyon izler ve patateslerin pişmesini beklerdik. Akşam yemeğimiz sobada patates, soğan ve haşlanmış yumurtadan oluşurdu o ilk gün. Yufkanın içine üçünü birden koyup biraz da pul biber atınca mükemmel olur, yiyen bilir:) Gerçi ben çıkıntılık yapar, patatesi yarıp içine terayağı ve kaşar koyarak kendi kumpirimi yapmaya çalışırdım bir yandan da:D Eğer ben köye gelmeden önce zorlayıp aldırdıysam yemekten sonra da kestane pişirirdik sobanın içinde.
Bu yıl geldiğimde yaz olmasına rağmen sobada patates istiyorum diye tutturdum. Zorla yaktırdım artık anneannemin odasına alınmış olan o büyük sobayı. Yine sobada patates, soğan ve haşlanmış yumurtadan oluşan çok sevdiğim yemeği yedik o ilk gün. Hani duyular anıları canlandırır ya… İşte o patatesin tadı çocukluğumdu.
Köyde, evimize çok yakın bir park var. Ama ben küçükken orada düşüp kolumu çatlattığım için biz çocukların o parka gitmesini istemiyordu büyükler. Bu yüzden de evimizin bahçesine bir tane dört kişilik, bir tane de tek kişilik demir salıncak yaptırıldı. O dört kişilik salıncak yapıldığı günden beri benim hakimiyetimdedir. Oturakların arkasındaki demirin üzerine basar, kenarlardaki iki demirden tutunur; bir tarafındaki erik, diğer tarafındaki ceviz ağacının dallarını kıracak; benimle binenleri yerlerinden hoplatacak kadar hızla; birileri çığlık atmaya veya ağlamaya başlayana kadar sallardım salıncağı. Saçlarım ağaç dallarına takılırdı; salıncağı asılı tutan demirler, salıncağın asıldığı demire çarparlardı; ben durmazdım. Küçük çocukları benimle bindirirken hep uyarırlardı beni “Bu defa yavaş salla” diye. Onlar için biraz daha yavaş sallardım, en azından salıncağın iki tarafındaki demiri, yukarıdaki salıncağı asılı tutan demire çarptıracak kadar hızlanmazdım bu uyarıyı alınca. Ama mutlaka çocuklardan biri ağlar, çocuklar ağlamasa anneleri “Yeter” diye bağırarak indirirlerdi çocuklarını yanımdan. “Korkuyorlarsa binmesinler salıncağıma” derdim savunma olarak.
Geldiğimizin ertesi günü, iki yıldır binmediğim, artık sadece bahçenin içinde oturmak için kullandığımız salıncağıma bindim. Oturakların arkasındaki demire basıp iki yandan tutundum ve otomatikleşmiş hareketlerle hızlandırdım salıncağı. Salıncak ağaç dallarına çarpana, başım yaprakların arasına girene, ayaklarım salıncağın hızıyla yerden kesilene dek… Gözlerimi kapatıp rüzgarı hissettim. Ve duyular anıları canlandırır ya… O rüzgar çocukluğumdu.

Belki şimdi sevmiyorum köyde olmayı, dağa gitmeyi. Ama içimde bir yerlerde o anılar yaşıyor hala. O küçük kız sobada pişmiş patatesi, son hız salladığı salıncağı, kuzenleriyle koşup oynadığı dağı seviyor hala. Yeniden o küçük kız olmayı seviyorum bazen. Her ne kadar artık 11 yaşında değilsem de, kuzenlerimle çevrili değilsem de; gözlerimi kapatıp patatesimi yerken veya rüzgarı yüzümde, saçlarımda hissederken; hala o küçük kız değil miyim ben?



Edit: Resimler sevgilim için yine:)
Bu ağaçtan akan şey reçine. Ne bu diye elimi atıyım dedim, yapış yapış oldum. Yıkıyorum, sabunluyorum, ıslak mendille siliyorum; çıkmıyor arkadaş, çıkmıyor! Öyle yapış yapış kaldı artık elim tüm gün, sonra nasılsa geçti kendiliğinden:)

Bir sonraki yazıma kadar, hoşçakalın!:)


21 Ağustos 2013 Çarşamba

İstanbuuul:)

Bu yaz yaptığım en güzel şeyden bahsetmek istiyorum biraz da. Bu tabi ki çalışmak değil:) Çalışma hayatımı da anlatacağım bir gün, ama şimdi değil. Çalışmaya başlamadan önce İstanbul’a gittim bir haftalığına. Orada yaşayan bir kuzenim var. Dört yıldır orada yaşıyor, hatta orada evlendi ama biz daha hiç ailecek gitmedik onun yanına. Dört yılın ardından annem “Bu yaz İstanbul’a gidiyoruz” sözünü tuttu ve annem, kardeşim, ben atladık otobüse; ver elini İstanbul:) Şimdiden uyarıyım bu yazı biraz fotoğraf galerisi gibi olacak. Bunu sevgilime resimleri göstermek için bir bahane olarak kullanıyorum da bir yandan da:)
Annem üniversiteyi İstanbul’da okumuş, o yüzden o biraz biliyor İstanbul’u, yani 23 yıl öncesini:D Gerçi bazı yerlerin çok değişmediğini söyleyebiliriz.. Ben İstanbul’a birkaç defa gittim, hiçbirinde uzun süre kalıp gezme fırsatım olmadı. Kardeşim daha önce gezdi ama 6 yaşındaydı, hatırlamıyor hiçbir şey. O yüzden bunu bizim İstanbul’a ilk gelişimiz sayabiliriz, dolayısıyla en önemli tarihi yerleri gezmeye karar verdik:)
Gece otobüsüyle gittik İstanbul’a, 9 gibi oradaydık. Kuzenim bizi otogardan aldı ve bana göre “taa cehennemin dibindeki” evine gittik. Kuzenim, eşi ve köpekleri Mati:) Yavrum, kendisi çok şeker de yeni gelen herkesin üzerine atlayıp düşürmeye çalışmasa daha iyi olacak:) Bir de geçen gelişimde böyle üzerime atlamışken işediği için kendisine hafiften uyuz olmuyor değilim:D Resimdeki kardeşim, hem dış görünüş hem kişilik olarak benim tam zıttım diyebiliriz:) Mati ilk üzerine atıldı, bizimki firar:) Bu resimde alışmaya çalışıyor onun yanında olmaya. Mati iyi, güzel, hoş da ben bir köpekle aynı evin içinde yaşamaktan cidden çok rahatsız oldum. Geçen gelişimde bu kadar batmamıştı da şimdi uzun süre kalınca mı böyle oldu bilmiyorum. Bir kere evin her yerine köpek kokusu sinmişti, çok rahatsız edici. Bir-iki günden sonra boğazımda daimi bir yumru oluştu, sürekli öksürüyordum. Bir de o salak hayvan her sabah yatağıma çıkmaya çalışıyordu, yalıyordu filan. Kısacası İstanbul’dan ayrılmanın en güzel tarafı Mati’den uzaklaşmak:)
İlk gün Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıcı’na filan gidelim dedik ama şansımıza Ayasofya kapalıydı. Sultanahmet’e de bizim vaktimiz kalmadı:) Topkapı Sarayı’na bir girdin mi çıkamıyorsun zaten. Devasa bir alan ama nedense insanların bir zamanlar orada yaşadığını düşünemiyorum. Harabe gibi, bir de her yer açık, nasıl ısınıyorlardı o zaman ya? Yani bana pek “saray” izlenimi vermedi Dolmabahçe’nin aksine, ki onu da birazdan anlatacağım.
İçindekilere gelince… “Oha” olmamak mümkün mü? O zamanlar yolda çakıl yerine zümrüt, yakut mu vardı anlamadım ki arkadaş! Bulabildikleri her şeyi değerli taşlarla doldurmuşlar. Tabi ki Kaşıkçı Elması hala oradaki en gösterişli şey ama diğerlerinin de ondan geri kalır yanı yoktu. Tamamı değerli taşlarla kaplı bir kalem ve mürekkep hokkası vardı mesela, bir onun resmini çekemediğime yanarım bir de Kaşıkçı Elması’nın. Bir de Kaşıkçı Elması’nın bir süre yüzük olarak takıldığı yazıyordu, onu takan eli bir görebilir miyim? Gerçi oradaki kıyafetleri gördüğüm için Osmanlı padişahlarının Hagrid gibi yarı-dev olduğunu düşünmeye başladım. Bir kere bir kıyafetin kol boyu bir metreden fazla olabilir mi? Genişliklerinden bahsetmiyorum bile. Obezite üst sınırını aşmış olmaları lazım onu doldurabilmeleri için. O kadar kiloları varsa savaşmayı geçtim nasıl yürüyebiliyordu bu padişahlar ya? Kısacası Topkapı’da bir sürü soru işareti oluştu aklımda. Bu arada saatlerin sergilendiği oda vardı ya hani, Fransız saatleri mükemmel değil miydi?! Ne kadar uğraşmış adamlar ya alt tarafı zamanı gösterecek bir şey için. Bizimkilerin saatleri de o kadar basit ki utandım resmen. Gerçi ben cep saatlerinin ayrı bir havası olduğunu düşünmüşümdür her zaman ama yanlarında şato şeklinde, işlemeli, devasa bir saat olunca resmen ezik duruyorlardı.
Sarayı gezdikten sonra Harem kısmına girdik ama merak ediyorum niye Harem’de müzekart geçmiyor? Bir de şimdi o kadar haremle ilgili dizi var, haremi görmeden olmaz:D Ama tabi ki o da beklediğim kadar gösterişli değildi. Tamam gösterişli kısımları da vardı ama belki de bundan kaç yüzyıl öncesinden bahsettiğimiz için bana o kadar gösterişli gelmedi. Bir de şeyi fark ettim, resmen mimarimiz berbat. Ya içini full altınla da doldursan dıştan da güzel görünmesi gerekmez mi? Yok arkadaş, hepsi dışarıdan dümdüz görünüyor. Yine yüzyıl farkı mı yoksa Türkler mi mimaride iyi değildi merak ediyorum.



Topkapı Sarayı’ndan ennnn sonunda çıktığımızda da ara sokaklardan yürüyerek Yerebatan Sarnıcı’nın oraya çıktık. Bu arada orada bir ev vardı (Şekil.a’da gördüğünüz ev:D ), bayıldım:) Zaten o sokaktaki evlerin hepsi çok güzeldi, tam benim beğendiğim eski zaman evleri. Ama şu çiçeklere bakın, arkadaşlarınıza “Burası benim evim” dediğinizi düşünebiliyor musunuz? Çok, çok güzel…




Neyse işte Yerebatan Sarnıcı’na girdik. Orası çok ilginç, insanların o işlemeli sütunları, Medusa başını filan sadece suyu saklamak için yaptıklarını düşünemiyorum. Bu arada Medusa filmlerde filan çok daha farklı gösteriliyor, bu taştaki işleme bana ne öyle aman aman güzel ne de öyle aman aman korkutucu geldi. Orada para atıp dilek dilediğin bir alan vardı, tabi ki hiç kaçırmadım, hemen diledim dileğimi:) “Birileri” biliyor zaten o dileği:) Oradan çıktıktan sonra yürüdük biraz, Sultanahmet köftecisine girip köfte-piyaz yedik. İstanbul’daki piyaz benim şehrimdekinden farklı yalnız baya (Şehrimi söylemiyorum ama bilen bilir, köfte-piyazı da meşhurdur benim şehrimin:) ) . Ben bizimkini daha çok seviyorum açıkçası, bu boş geldi biraz bana. Neyse, zevkler ve renkler… :)
İkinci gün hani şu doğum günümde kendisine hediye götürdüğüm kuzenim geldi İstanbul’a, İstanbul’daki kuzenimin kardeşi olur kendisi. O gelince tarihi yerlere ara verdik ve Taksim’e gittik. Biz orada kuzenimle tüm evlere bayılıyoruz tabi, hayal kuruyoruz “Şu evi alalım” “Şu evi de alalım, balkonları çok güzel” “Hadi şunu da alalım” filan diye:D Taksim gezisi eğlenceliydi yani bizim için. Ama tam şu “malum olayların” olduğu zamanlardı, 7’de toplanılacağını görmüştük zaten Facebook’tan. Etrafta polisler filan vardı bir sürü, çok durmadık, millet toplanmaya başlarken ayrıldık oradan. Tünelin ilerisinde bir pizzacıya gittik, mükemmel pizzaları vardı, tıka basa yedik:) Taksime kendi bir kiloluk fotoğraf makinemi götürmeye üşendiğim için orada çok fotoğraf çekmedim, yani en azından “oradaydım” fotoğrafları dışında çok bir şey çekmedim. Oradan sevgilime şirin bir hediye aldım. Özellikle Taksim’den aldım çünkü birlikte İstanbul’a gittiğimizde de oraya gitmiştik, bizim anılarımızla ilgili bir şey olsun istedim:)


Akşam annemi evde bıraktık, Yeşilköy sahilinin oraya yürüyüşe gittik. Saat 9 filandı ama hala bir sürü kişi vardı suda. Ki “Burada denize girmek tehlikeli ve yasaktır” yazan kocaman tabelanın orada yüzüyorlardı. Hayır tehlikeli olmasını geçtim pis orası ya, yüzülmez orada:s Neyse yürüdük işte baya, Mati için de iyi oldu, başka köpeklerle oynadı filan. Bu sırada o gece ay da çok büyük, turuncu ve çok aşağıdaydı. Ben de hemen fotoğrafını çektim, zaten makineyi aldığımdan beri bunu yapmayı planlıyordum: D


Üçüncü gün Dolmabahçe Sarayı’na gittik. Bizim evden çıkıp merkezi yerlere varmamız öğlen 3’ü bulduğundan sadece selamlığı gezecek vaktimiz vardı. Bu arada Dolmabahçe’de rehberle gezilmesi ne kadar güzel. Keşke Topkapı’da da öyle bir şey olsaydı. Zaten kaybola kaybola geziyorsun, rehber şart oraya. Neyse, Dolmabahçe’ye aşık oldum!! Hem dışı, hem içindeki eşyalar ne kadar güzeldi. Saray yani, her yerinden belli işte. Ben böyle her odayı, her eşyayı, duvardaki her tabloyu inceleye inceleye gidiyorum; o yüzden en geride biz kaldık hep:) Beni bıraksalar; ben her eşyaya dokunarak; yaşanmışlıkları, anıları hissederek kalsam orada yıllarca. Kütüphanesini de çok sevdim, oradaki her kitabı incelemek, hepsine dokunmak isterdim. Tarihi seviyorum, antika eşyaları seviyorum. Bir zamanlar o kadar önemli insanların dolaştığı yerlerde olmayı seviyorum. Dolmabahçe bana bunu çok derinden hissettirdi. Belki de o yüzden çok, çok sevdim Dolmabahçe’yi. Bir sonraki gelişimde tekrar gezmek isterim hatta.
Dolmabahçe’den çıktıktan sonra bir süre orada deniz kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Sonra Ortaköy’e gittik. Ara sokaklarda yürüdük, takıcılara baktık. Ortaköy şirin bir yer. Çok tatlı cafe’ler de vardı orada gözüme çarpan. Ama onlara oturmadık, yan yana duran kumpircilerden birinden (6 numaradaaan:) ) kumpir alıp oradaki banklara oturduk yedik. Kuzenimin arkadaşı vardı yanımızda, o önceki gelişinde birkaç farklı kumpirciden denemiş, en güzelinin 6 numara olduğunu söyledi. Gideceklere duyurulur:D Kumpir devasaydı ama ben önce kendiminkini bitirip sonra da kuzeniminkinin yarısını yedim:D Bazen kendimi ayı gibi hissediyorum. Zaten iş arkadaşlarımdan biri de geçenlerde “Tüm gün hayvan gibi yiyorsun, nerene gidiyor anlamıyorum ki” filan dedi, sinirimi bozdu:/
Ortaköy’den sonra boğaz kenarında bir restorana gittik. Ben tatlı bir şeyler yedim. Kumpir yemeyen kardeşim de yemek yedi. Mekan güzeldi, manzarası da öyle. Fiyatlar da buna karşın çok uygundu. Yani en azından benim kendi şehrimde genelde gittiğim mekanlardan fiyat olarak bir farkı yoktu. Boğaz kenarında bir şeyler yemek sanki çok pahalıymış gibi lanse ediliyor ya genelde, o yüzden şaşırdım biraz. Burada da Anadolu yakasındaki evleri inceledik kuzenimle. Kesinlikle söyleyebilirim ki Anadolu yakası çok daha güzel. Avrupa yakası gökdelenlerle dolu bir gri yığınken Anadolu yakası yeşillikler içinde şirin evleriyle çok daha çekici.

Dördüncü gün Büyükada’ya gidecektik sabah. Ama tabi ki yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar kaçırdık vapuru:/ Biz de orada deniz kenarında belediyenin mekanı vardı, oraya oturduk. Manzarası cidden güzeldi ve fiyatları çok uygundu. Kahvaltımızı da orada yapmış olduk işte bahaneyle:)
Sonraki vapura bindik; ben böyle elimde fotoğraf makinesi, gördüğüm her şeyi, özellikle de kuşları, çekiyorum filan. Sonra nolduuu, fotoğraf makinesinin şarjı bitti! Bir şey çekemediğim halde tüm gün o bir kiloluk makineyi taşıdım yanımda:/ Kuzenimin küçük bir kompakt makinesi vardı, onu kullandım artık o gün. Bu arada hayatımda ilk defa martıları bu kadar yakından gördüm, resmen vapurun içine gireceklerdi. Öyle sevimli kuşlar değiller ama bir havaları var sanki değil mi? Simit alıp onlara attık tabi ki, klişeleri kaçırmayalım dedik:D

Büyükada’ya vardık, başladık yürümeye. Yürü Allah yürü, bitmiyor arkadaş o yol! Bende de anemi var, biraz da astım başlangıcı, 10 dakikaya bir mola vere vere tırmandık yani tepeye. Annem en tepeye kadar çıkmadı bizimle, hanımefendinin ayağında topuklular, yürüyemedi tabi:D  Biz tepeye çıktık, orada oturduk, bir şeyler içip çekirdek çitledik filan. Bu arada yan masamızda da “şu” kuş, hiç insanlardan çekinmeden orada durup yan masanın salatasından yedi:D Manzara çok güzeldi en tepede, o kadar yürümeye değdi diyebiliriz:) Sonra tekrar indik aşağı, orada yan yana 10-15 tane takıcı vardı, küçük kuzenim bana oradan bir bileklik aldı hediye olarak:)
Beşinci gün ilk gün gezemediğimiz Ayasofya ve Sultanahmet’e gittik. Ayasofya’yı çok beğendim. Orada bol bol fotoğraf çekindik yine. Ayasofyanın kilise günlerinden kalma şeyler cami günlerinden kalma şeylerden çok daha güzeldi bence. Çoğu duvarlardaki Meryem, İsa, Cebrail ve çeşitli kral ve kraliçelerin mozaikleri mesela. Onları çok beğendim. Bunların yanında cami günlerinden kalma şeyler sönük kalıyordu. Gerçi onlar her camide olduğu; bu mozaikler ise bizim kültürümüze yabancı, daha farklı, daha ilginç olduğu için olabilir bu düşüncem. Neyse ne, Ayasofya güzeldi. Bir de “şu” kapılardaki, duvarlardaki kabartmalar vardı, onları çok beğendim. Acaba insanlar ne düşünerek yaptılar onları? Mutlaka bir anlamları vardır, araştırmak gerek aslında. Sonuçta o zamanlar böyle şeyler sadece süs olsun diye değil inanışlardan dolayı yapılıyordur. Değil mi?

Ayasofya’dan çıkınca Sultanahmet’e gittik. İçine bir tek ben girdim; kuzenlerim ve annem zaten girmişti içine, kardeşiminse hiç ilgisini çekmiyordu böyle kültürel şeyler. Zaten kendisi bir hafta boyunca mızmızlanıp durdu. Dolmabahçe’de, Topkapı’da, Yerebatan Sarnıcı’nda, hepsini burnumuzdan getirdi biraz. Neyse, Sultanahmet’in ilginç bir aurası var. Huzur verici... İnsan etkileniyor ister istemez. Girip gezdiğim için mutluyum yani.


Oradan çıktıktan sonra otoparka kadar yürürken birkaç dikilitaş gördüm; her türlü tarihi şeye bayıldığım için gittim hemen yanına, yazıyı okudum, resim çektim, kabartmaları inceledim. Keşke o kabartmalarda ne yazdığını anlayabilsem… Bu konuda seminerler filan var mıdır ki, katılsam, öğrensem eski dilleri. Gerçi hani güncel dillerden hangisini biliyorum o da var ama ne biliyim, bunlar çok anlamlı, çok güzel geliyorlar bana.


Altıncı gün İstanbul’daki son günümüzdü. Pazara gittik, gezdik, gezdik, gezdik, gezdik… Hatta o kadar çok gezdik ki biz çıkmadan önce pazarın yarısı toplanıp gitmişti bile:D Dedik ki pazarı bile kapattık da gidiyoruz:D Çünkü bu beş günün hepsinde akşam eve dönerken mutlaka bir alışveriş merkezine uğradık ve hepsinde biz çıkmadan önce mağazalar kapanmaya başlamıştı:D İstanbul’da da alışverişin dibine vurdum yani yine:D

O akşam yine gece otobüsüne bindik, döndük evimize. İstanbul maceramız da bu şekilde bitti. Bu arada yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar otobüs saatini kaçırdığımızı söylemiş miydim? Adamları arayıp yalvar yakar 10 dakika beklettirdik otobüsü, elimizde valizler son sürat koştuk otogarda filan. Komiğiz ya:D İstanbul maceramızın bitişi de maceranın kendisi gibi oldu yani, gecikmeli ve komik:)








19 Ağustos 2013 Pazartesi

Anlık Farklılıklar

Hayat ne kadar ilginç değil mi? Tek bir an, tek bir hareket ne kadar çok şeyi değiştirebiliyor.. Dün Lola Rennt’i izledim. 20 dakikalık bir sürenin üç ayrı versiyonunu anlatıyordu. Kızın evden çıkmadan önce yaptığı bir anlık bir hareket farklılığı sadece… 20 dakika sonrası farklılık o kadar büyüktü ki o hareketin hayati sonuçları olduğunu bile söyleyebiliriz. Ama aslında sadece bir köpek vardı, kıza hırlıyordu ve kız korkuyor/düşüyor/öfkelenip üzerinden atlıyordu. İşte bu ufak şey 20 dk sonra hayati sonuçlar doğuruyordu. Bir de bunun yıllar sonrasını düşününce…
Bunu anlatan filmlere hep bayılmışımdır. Kelebek Etkisi’nin uzun süre favori filmim olmasının sebebi de bu sanırım. Ama bu film beni daha ilk dakikasında, bu farklılıkları göstermeye başlamadan çok önce çarptı. Sanki film benim sevmem için yapılmış gibiydi. Çekimleri, müzikleri, aradaki ufak ayrıntıları… Aslında ayrıntı vererek anlatmak isterdim ama blogumu okuduğu kesin olan tek kişiye (sevgilime:) ) spoiler vermek istemiyorum, bu filmi daha onunla birlikte de izleyeceğiz. Ve kuzenimle. Ve en yakın arkadaşımla. Bu filmi fazlasıyla izlemeyi planlıyorum anlayacağın üzere:)
Bugün yine buna benzer bir filmi, Mr. Nobody’yi izlemeyi düşünüyorum. Daha önce bir kısmını izlediğim ama devamını getiremediğim bir film. O da güzeldi ama dediğim gibi, Lola Rennt kadar beni bir anda çarpan bir film hiç olmamıştı şimdiye kadar. Artık en sevdiğim film Lola Rennt!!:):)
Kendi hayatımda da böyle şeyler var. Herkesinkinde vardır değil mi? Mesela babaannemin babası ikinci defa evlenmeseydi babaannem daha iyi bir çocukluk geçirecekti, ayağı sakatlanmayacaktı, tüm servetleri çarçur olmayacaktı. O zaman kendi statüsüne uygun bir evlilik yapacaktı. Bunun şu anda benim var olup olmamamı bile etkileyeceği kanısındayım. Annemin babası mesela… Eğer rahatsızlanmasaydı Belçika’dan Türkiye’ye belki de hiç dönmezlerdi. Annem orada evlenirdi, daha rahat, istediği gibi bir hayatı olurdu. Ben doğmazdım. Veya babamı düşünebiliriz. 23 yaşında sakatlanmasaydı futbol kariyerine devam edecekti. O transferi olacaktı. İstanbul’da bir hayat kuracaktı kendine. Annemle hiç tanışmayacaklardı. Ben hiç doğmayacaktım.

Bir an… Babaannemin ayağına düşen bir balta… Dedemin işyerindeki bir kaza… Babamın bacağına takılan bir çelme… Bunların hepsi şu an var olmamı sağladılar. Belki kötü şeylerdi, belki onların hayatlarını mahvetti. Ama benim şu an burada olmam bunlara bağlı değil mi? O zaman, eğer benim açımdan bakarsak bunlara iyi şeyler diyebilir miyiz? Veya Lao Tzu’nun dediği gibi, bir şeyin şans veya şanssızlık olduğuna karar vermede acele etmemek gerek. Sanırım hayattan çıkarılabilecek en güzel sonuç bu…

Lao Tzu-Yaşlı Adam ve Beyaz Atı  Bu hikayeyi İpek Ongün'ün Bir Genç Kızın Gizli Defteri serisinde okumuştum ilk. Sanırım 4. kitaptaydı. O zaman da çok etkilemişti beni ama şimdi bunu çok daha iyi anlayabiliyorum. Ve bu yüzden şimdi kat be kat daha fazla etkiliyor... Umarım bir şeylere acele karar verme yanlışına düşmem gelecekte...

Nasıl kore dizisi fanı oldum:p

Güneşi Beklerken’in etkisiyle başlayan Uzakdoğu dizileri saplantımdan bahsetmiştim. Boys Over Flowers’ı benim için indirme görevini evinde sınırsız internet olan erkek arkadaşıma yükledikten sonra dayanamayıp annemin ve benim 1’er gb’lık internet paketlerimizi bitmeye yaklaştırarak YouTube’dan İngilizce altyazılı olarak Ma Boy’u izledim. Sadece 3 bölüm sürdü ve oldukça da güzeldi. Ama o konuyu ver bakalım bizim senaristlere hoop al sana minimum iki sezonluk dizi:D
İnternet paketleri bittiği için Ma Boy’dan sonra başka bir şey izleyemeyeceğimi düşünüyordum kiii reklam yapmak gibi olmasın TubeMate’i hatırladım. Kendisi YouTube’dan video indirmek için olan bir program ve mükemmel çalışıyor:) Böylece işyerimin internetini dibine kadar kullandım ve Hana Yori Dango’yu, Hana Yori Dango’nun animesini ve Personal Taste’i indirdim:)
Önce dizisini, sonra animesini arka arkaya izlediğim için Hana Yori Dango konusunda kıyaslama yapacak çok şeyim var. Bir kere, animesindeki F4 cidden yakışıklı, dizide o kadar yakışıklı tipler bulamamışlar:/ Ha bir de dizi inanılmaz mutaassıp. Toplamda 4 öpüşme sahnesi var sanırım, biri ilk bölümde yanlışlıkla öpüşmeleri, biri ilk sezon finali, biri ikinci sezon finali, biri de devam filmindeki düğün sahnesi. Bu gözüme o kadar çok batmayabilirdi, eğer animesi resmen Aşk-ı Memnu yaşamıyor olsaydı!
Dizideki mutaassıplığın aksine animede ohooo, neler neler. Bir kere Tsukasa iki bölüme bir kıza neredeyse cinsel tacizde bulunuyor. Isınma bahanesiyle çırılçıplak sarılarak yattıkları sahneyi söylemiyorum bile. Animedeki herkesin “Hadi artık sevişin” diye sürekli birilerini odaya kapattıklarını da unutmamak gerek. Ha bir de Tsukasa’yla aynı odada yatan Tsukushi’nin gecenin bir yarısı odadan çıkıp kendini Rui’nin kollarına atıp öpüşmesi var. Kısacası, ne animesi ne de dizisi cinsellik açısından orta yolu bulamamış.

Dizinin ilk 6-7 bölümü animeye uygun giderken sonra birden bire pembe diziye döndürmelerine ne demeli! Evet animede de Tsukasa’nın annesi kızı istemiyor ama sonraki 14 bölüm boyunca gösterdikleri kadar abartılı hiçbir şey yapmıyor.Tsukushi’nin Tsukasa’nın temizlikçisi olması!?  Ve o hafıza kaybı!? İlk bölümleri cidden severek izlememe rağmen sonraki bölümleri ilk bölümlerin hatırına izledim diyebilirim. Ortada güzel bir konu varken yazık etmişler bence. Ve YouTube’da gördüğüm bazı video’lardan anladığım kadarıyla Boys Over Flowers da animesi yerine dizisini taklit etmeyi seçmiş, yani onu izlemeyi eskisi kadar istediğimden emin değilim.
Dizisinde animesinden daha güzel olan tek bir taraf var, Rui’nin ikinci sezonda Tsukushi’ye aşık olmasııı!:) Animede niye Rui bu kadar uyuz bir karakter anlamıyorum, 50 bölüm Tsukushi peşinden koşuyor, çocukta tık yok. Hani Tsukushi’ye azıcık baksa, şöyle azıcık aşk üçgeni oluşsa ölecek sanki! Ama dizinin sonunda Rui yapayalnız ve mutsuzken animede en azından Shizuka’yla birleştiler, bu da yine animenin artısı:) Kısaca bunu okuyan veya benim tavsiyelerini dikkate alan birileri varsa, ben animeyi izlemelerini tavsiye ederim:) Ama YouTube’da animenin İngilizce altyazılısı yok, ya da ben görmedim. İngilizce dublajlı izlemek zorunda kalıyorsunuz, ama zaten anime olduğu için bu da çok büyük bir sorun teşkil etmiyor bana göre.

Personal Taste’e gelince; çok şirin, keyifle izlenecek bir dizi:) En azından ilk 10 bölümü öyle. Jeon Jin Ho da çok tatlı, yavrum:) Kore erkekleri yakışıklı derler derler de inanmazdım, şimdilik en azından Japon erkeklerinden daha yakışıklı oldukları kesin:D Personal Taste’i Hana Yori Dango’dan daha çok sevecek gibiyim, en azından o kadar mutaassıp olup da aşkın içine etmeyecekler gibi duruyor. Hadi hayırlısı:)

Şimdilik benden bu kadar... Dizi anlatma faslına daha sonra başka başka dizilerle devam edeceğiiim:) Ha bu arada, Güneşi Beklerken ne kadar uyuz bir dizi! İzlerken resmen acı çekiyorum:/ Ah Kerem ah, yapmayacaktın bunu Zeynep’eeee, şimdi kolaysa 10 bölüm bekle aranız düzelsin de aşık olun diye:/

18 Ağustos 2013 Pazar

Bugün benim doğum günüm-dü. Doğum günüm müydü?

Doğum günümün son birkaç yıldır kutlanmadığından bahsetmiş miydim? Bu senenin farklı olacağını neden bekledim bilmiyorum. Ama beklemişim sanırım. Bugün benim doğum günümdü. Kimsenin umursamadığı doğum günüm…
İşe girdiğimden bahsetmiştim, bunu sonra uzun uzun anlatacağım zaten. İşyerim gece 3’e kadar açık. Bu yüzden de doğum günümü ilk orada kutladım. Daha doğrusu olaylar aynen şu şekilde gelişti: yanlışlıkla bir waffle fazladan yapılmıştı; ben de onun üzerini muz ve çilekle kapladım ve çikolatalı dondurma koydum (favori waffle’ımmm:) ); sonra da üzerine mum, maytap ve süsleme koydum ve kardeşimle ikimiz üfledik (Kardeşimin de işyerinde bana yardım ettiğinden bahsetmiş miydim? ). Yani bir nevi kendi kendime doğum günü kutladım.
Bugün, yani doğum günümde, küçük halamlara iftara davetliydik. Ben, her normal insanın düşüneceği gibi, bu yemeğin doğum günümle ilgili olduğunu düşündüm. Sonuçta onca gün varken bugünü seçmelerinin bir sebebi olmalıydı. Bu yüzden de fazlasıyla süslendim, elimde kuzenime iki hafta önce aldığım ama vermeye fırsat bulamadığım hediyeyle halamlara gittim. Kendi doğum gününde bir başkasına hediye götüren bir tek ben varım heralde:D
Neyse işte, halamlara gittim, kuzenim bana sarılıp doğum günümü kutladı ve hepsi bu! Küçük halam hala işteydi, işten geldikten sonra da yemek yapmaya başladı ve doğum günümü kutlamadı. Kuzenim ona bugünün benim doğum günüm olduğundan bahsettiğindeyse “Aa, öyle miydi, tamamen unutmuşum” dedi! Yani, hadi ama!! Bir insan yeğeninin doğum gününü nasıl unutabilir ki! Gerçi şimdi yalan olmasın, ben onun doğum günü tarihini bilmem. Ama bu benim doğum günüm! Her yaz kutlardık, nasıl unuturlar?!
Evlerinde kaldığımız büyük halam sabah kutladı doğum günümü, hatta hediye bile aldı. Büyük kuzenim de sabah kutladı. Annem de kutladı, hediyelerini önceden almıştı zaten. Ama onların dışındakiler kutlamadı bile. Küçük eniştem de hatırlamıyordu. İftara gelen teyzem ve eniştem de öyle. Babam bile kutlamadı tüm gün doğum günümü. O kadar arkadaşımın arasından da sadece üçü aradı kutlamak için. Biri üniversiteden, biri de lisedeki en yakın arkadaşım… Başka kimse umursamadı.
Aslında sorun halamların veya teyzemlerin hatırlamaması değil. Öğrendikten sonra da bu konuda bir şey yapmamaları! Pasta alabilirlerdi, kutlayabilirlerdi. Ama yapmadılar… Saatler geçti, iftar yapıldı, saatler geçmeye devam etti… Hiçbir şey yapmadılar. Öyle mutsuz, öyle kızgındım ki bugün izinli olmama rağmen günsonunu bensiz yapamayacaklarını söyleyerek inat ettim ve teyzemlere zorla kendimi işyerine bıraktırdım.
Gitmem iyi oldu çünkü orada kalsaydım bir sinir krizine girip ağlayarak herkese bağırabilirdim. Ve gitmem iyi oldu çünkü gerçekten de bensiz çok zorlanıyorlardı. Pos çekmeyi bile bugün benim yerime bakmak zorunda kalınca öğrenen muhasebecimizin günsonunu yapamayacağı kesindi. Kendimi işe verdim ve ağlamamaya çalıştım. Ama mutsuzluğum her halimden belliydi ve benimle birlikte orada çalışan kuzenim (beni oraya bırakan teyzemin kızı) ne olduğunu sorunca ona kimsenin doğum günümü umursamadığını söyledim. Boşvermemi söyledi ve işine devam etti. Aradan biraz zaman geçip işler yavaşladığındaysa bir anda üzeri mum, maytap ve süslemeyle dolu bir dilim cheesecake, üzerinde “Unutulmadın, doğum günün kutlu olsun” yazan bir tabak ve bana aldığı hediyeyle karşıma dikildi!:)

Bu doğum günü benim için en güzel şeyi o yaptı. Gerçekten beni düşündüğünü ve sevdiğini hissettim o an. Sanırım doğum günümün en güzel anı buydu. Ailemin doğum günümü umursamamasına, akrabalarımın ve arkadaşlarımın unutmasına, sevgilimin gelmemesine ve hediye göndermemesine rağmen, doğum günümle ilgili mutlu bir anım oldu. Keşke ben de onun için böyle güzel bir şey yapabilsem…

Bir doğum günüm daha geldi geçti. Hiç önemsenmeden… Bundan sonra hep böyle mi olacak?...