13 Kasım 2012 Salı

Yazıların Sonu

Valizimin üzerine yapışıp kalmış bu böcek gibi sınavlar. Can sıkıcı, uğraştırıcı ve kurtulduktan sonra bile iğrençliğini koruyor. Oysa ben de isterdim sürekli arkadaşlarımla, sevdiğim kişiyle gezip eğlenebilmek. Son bir haftadır yaptığımız gibi tüm akşamlarımı alışveriş, sinema, tiyatro, bilardo, deniz kenarı, içki vb. yaparak geçirebilmek. Ama yapamıyorum. İstesem de yapamam ki zaten. Babaannemin en çok istediği şeydi doktor olduğumu görebilmek. Ben de her mezarına gidişte söz veriyorum kendime ve ona. Derslerime çok çalışacağım, hep yüksek notlar alacağım. 5 yıl sonra mezun olmuş olacağım. Çok iyi bir doktor olacağım. Babaannemi kurtarmak mümkün değildi belki, bunu kabul etmem gerek sanırım. Ama ben başkalarının hayatlarını kurtarmak, başka insanların sevdiklerini yaşatmak istiyorum. O doktor babaannemi kurtarabilseydi eğer bize yaşatacağı mutluluğu yaşatmak istiyorum başkalarına. İnşallah bu sözümden dönmem ileride. İnşallah o insan hayatına değer vermeyen doktorlardan olmam. Oysa bir insanın hayatı o kadar değerli ki. Bir insanı kurtarmak o kadar büyük bir şey ki. Bir insanın kurtarılamamasının yarattığı etkileri yaşadıktan sonra başka türlü düşünebilir miyim ki...
Neden her yazımın sonu babaanneme bağlanıyor? Neden onu her düşündüğümde ağlıyorum? O bunu ister miydi bilmiyorum. Dayanamazdı sanırım benim üzülmeme. Ama o kadar zor ki seni büyüten insanı kaybetmek... Olmadık zamanlarda aklıma geliyor sebepsiz yere. Ağlıyorum. Bir gün onu kaybedecektim zaten, biliyorum. Ama keşke okulu bitirdiğimi görebilseydi. Benim ve kuzenimin... Birimiz hakim cübbesi, diğerimiz doktor önlüğü içinde gelip elini öpebilseydik. Belki o zamana diğer kuzenlerimin de çocukları olurdu. Torun çocuğu sevdirirdik bir de babaanneme. Babaannemin nasıl çocuk sevdiğini hatırlamıyorum bile. Tüm torunları büyüyeli o kadar uzun zaman oldu ki. Keşke gerçek olabilseydi bunlar. Gerçekten yaşayabilseydik bunları. Kuzenlerimin çocuklarının da babaannemin bahçesinde koşturduğunu görebilseydim. Nişanımda babaannem kesseydi benim de kurdelemi. Düşüncesi bile güzel ama olmayacağını bilmek....

Neden yazdığımı bilmiyorum. Belki de can sıkıntısı.... İçimde neler var görmek için yazıyorum belki de... Yazdıkça ortaya çıkmıyor mu zaten içimdeki duygular? Düşünmeden, güzel yazmaya çalışmadan yazıyorum aklımdan geçen her şeyi. Belki de bu yüzden sonu babaanneme bağlanıyor yazdığım tüm yazıların. İçimde bir yerlerde hep o olduğu için... Ve umarım hep içimde bir yerlerde kalacak.

9 Kasım 2012 Cuma

masal

Su an hayatimda ilk defa bir otogarda yalniz basima oturmus otobusumun gelmesini bekliyorum. Kendimi ailemin beni yurduma birakip gittikleri ilk zamanki gibi, yuvadan atilmis bir kus gibi hissediyorum. Yalnizim, cok yalnizim. Ama masallarla buyumus, romantik komedilerle bunu pekistirmis her genc kiz gibi ben de masalin sonunun iyi olacagina, adamin havaalanina gelip kiza onu sevdigini soyleyecegine, sevdigimin otogara gelip beni yolcu edecegine inaniyorum. Sanirim otobusumun kalktigi o saniyeye kadar da oyle hissedecegim. 25 dk... 25 dakika boyunca kendi kendimi bir yalana inandiracagim ve 25 dakika sonra da gercek olmamasina aglayacagim. Keske bazen masallar gercek olsa. Keske bazen sevdiginiz adam sizi herseyin onune koysa... Keske bazi seyleri bu kadar ciddiye almayabilsem ya da. Keske uzulmeyebilsem, hicbir sey icin...

6 Ekim 2012 Cumartesi

Yıl Dönümü

Saat 00.00'ı vurdu. Tam bir yıl önce bu günde tanışmıştık biz. O ana kadar çok anlamsızdı her şey. Ama şu an baktığımda her şeyin bir sebep için olduğunu görebiliyorum. Seninle benim tanışmamız için yaşandı her şey... Bir sene önce bugüne kadar attığım her adım, karşıma çıkan her fırsat, yapamadığım her şey beni sana getirdi, "bize" getirdi. Şimdi her şeyi anlayabiliyorum.
Gün çok basit bir şekilde başladı aslında. Derse girdim. Dersten çıktım. Benim haberim olmadan sen de çok yakınımda bir yerlerde derse girdin, dersten çıktın. Yemek yedim. Yemek yedin, belki bir masa ötemde... Ardından ameliyat izlemek için heveslendim. Yeni tanıştığım bir arkadaşım da heveslendi benimle birlikte. Hastaneye gittim. O arkadaşım geldi. Benim arkadaş grubum geldi. O arkadaşımın arkadaş grubu da geldi. Ameliyat önlüğümü giydim. Bir duvar ötemde sen de giydin ameliyat önlüğünü. Giyinme odasından çıktım. Ameliyathaneye gittim. 20 kişi kadardık izlemeye gelen. Ama nedense hep aynı kişiyle yan yana duruyordum. Ne kadar yer değiştirirsem değiştireyim o da hep tesadüfen yanımda oluyordu. İkimiz de en rahat görebileceğimiz yeri arıyorduk çünkü. Bir süre sonra yorum yapmaya başladık ameliyat hakkında. Bizim için çok yeni ve eğlenceliydi. İkimiz de çok heyecanlıydık ameliyat konusunda. Sonra bir anda ismini bilmediğimi fark ettim. Döndüm ve bundan sonraki 365 gün aşkla içlerine bakacağım o güzel gözleri gördüm. Sadece gözlerimiz açıktaydı. Bana o kadar içten bir şekilde gülümsüyordu ki o gözler, içimi ısıttılar. Gülümseyip kendimi tanıttım. Sen de kendini tanıttın.
O an hissetmiş miydim bir yıl sonra bu kadar aşık, bu kadar aile olacağımızı? Bilmiyorum... Sadece kendimi sana çok yakın hissetmiştim o anda. Seni çok uzun zamandır tanıyormuşum gibi. Sen ezelden beri orada benimleymişsin gibi. Ruh eşine inanırdım bir zamanlar. Tamamen aynı olduğun kişiyi bulacağına... Ama şimdi düşünüyorum, eş ne demek? İlla aynı mı olmak gerekir anlaşabilmek için? Ben bunun tam aksine inanıyorum. Seni tamamlayan kişiyi bulacağına inanıyorum. Bir yıl önce bugün gözlerinin içine bakar bakmaz içimin ısındığı o adamla o günden beri tek bir konuda bile anlaşamadık. Hiçbir ortak noktamız çıkmadı bir yılda. Ama o adam bana hayatımın en mutlu bir yılını geçirtti. Ve hayatımın geri kalanını da onunla geçirebilmek için her şeyimi verebilirim.
Çok teşekkür ederim birtanem. Bir sene önce bugün gözlerimin içine o kadar sıcak baktığın için. Beni bir yıl boyunca her gün inanılamayacak kadar mutlu ettiğin için. Beni bu kadar çok sevdiğin için. Sonsuza dek senin gözlerinin büyüleyici ateşinde ısınmak, senin kollarının güvenliğine sığınmak dileğiyle... Birinci tanışma yıl dönümümüz kutlu olsun her şeyim.

23 Eylül 2012 Pazar

Bir an...

Hayat ilginçtir. Bazen gününüz iyi giderken bir an olur, bir olay yaşanır ve gününüz mahvolur. Bazen de gününüz çok kötü geçiyordur. Sonra bir an olur, o gün hayatınızın en güzel günü haline gelebilir. Ve bana da aynen bu oldu.
Bugün uyandığım andan itibaren her şey çok ama çok kötü gitti. Tüm aksilikler beni buldu diyebilirim. Sonra yarım saat bir hiç uğruna ayakta beklememin ardından sinirden ağlamak üzereykeeeeen... Bir an olur, bir telefon gelir. "Boşver. Ben hazırlanıp çıkıyorum. Sen de hazırlan, gelip seni alacağım. Hadii, sinirlendirme beni. Hazırlan, geliyorum." bunun gibi bir şey de olabilir. Ama bu önemli değil. Sonra giyinir ve sinirli bir şekilde aşağı inersiniz. O arabasında oturuyor ve yüzünde tüm sinirinizi geçirebilecek kadar tatlı bir gülümsemeyle sizin gelişinizi izliyordur. İşte bu an, gününüzü tamamen değiştirir.
Sonraki bir kaç saat sizi mutlu etmek için elinden gelen her şeyi yapar, her ne kadar o "Ne yapsam da seni mutlu edemiyorum" deyip dursa da aslında o kadar mutlusunuzdur ki sabah moralinizi bozan her şey silinip gitmiştir. Zaten bir şey yapmasına da gerek yoktur aslında. "O"nun bir bakışı, bir gülümsemesi sizi yeterince mutlu ediyordur ki.
İşte bazen böyle günler olur. Her şey çok kötü gidiyorken bir an olur, biri gelir, her şeyi değiştirir. Bu anların hep yaşanmasına ve bizi bu şekilde mutlu eden insanların hep hayatımızda olmasına...

10 Eylül 2012 Pazartesi

Olabilecek en kötü gün...

Bugünün ne kadar kötü bir gün olduğunu, ne kadar üzüldüğümü, ne kadar kırıldığımı ve şu anda ne kadar mutsuz olduğumu anlatabilecek bir kelime yok. Babamın sevgilimle benim fotoğraflarımızı gördüğü gün çok kötüydü. Sevgilimin yalan söylediğimi öğrenip bana kızdığı gün felaketti. Babaannemin.... Hayır sanırım bugün o kadar da kötü bir gün değilmiş. Bu da başlığı yalancı çıkarıyor tabi. Ama alışveriş merkezinin tuvaletinde ağlama krizine girdiğime, sonra kendimi kuytu bir köşeye atıp orada ağladığıma göre buna da iyi bir gün diyemeyiz.
Aslında çok sıradan bir konu. Sevgilim arkadaşlarıyla buluştu, bana hiç ilgi göstermedi. Ben çok kırıldım. Falan filan. Bugün ennn çok kırıldığım konu şeydi sanırım. Bu durumun anlık bir şey olmaması, belirli zaman aralıklarıyla tekrar tekrar kırılmam. Kırgın olduğumu sevgilime sabah göstermeme rağmen onun bu konuda bir şey yapmaması, defalarca mesaj atmayacağımı söylememe rağmen çeşitli bahanelerle tekrar tekrar mesaj atıp aramam ama onun gönlümü almak veya aramızı düzeltmek konularında bir şey yapmaması... Evet, bu kadar üzülmeme sebep olan şey buydu. En son "madem bu kadar umurunda değilim konuşmayalım" dedim. Ve o "sen bilirsin" dedi. Bunun üzerine patladım. İşte ağlama krizi burada başladı. Sonra onu arayıp ağlayarak kavga edişim de öyle.
Neyse, bunlar önemsiz zaten. Asıl problem güven sorunum. Onun beni sevdiğine, değer verdiğine güvenmiyor olmam. Ama bu güven sorunu nereden geliyor bilmiyorum. Neden böyle sürekli bir şeyler yapmak, bunu bana kanıtlamak zorunda onu da bilmiyorum. Ama bunu istiyorum. Bana sürekli ilgi göstersin, şiirler yazsın, güzel sözler söylesin istiyorum. Romantik hareketlerde bulunsun, sürekli sürpriz yapsın istiyorum. Bu konudaki son kavgamızda bana demişti ki "Baban öğrendiğinden beri artık sadece arkadaşça konuşuyoruz. Sanırım o yüzden seni arkadaşım gibi hissediyorum çoğunlukla" Evet, insana ne diyeceğini şaşırtan bir cümle değil mi?
Konu bu değildi, dağıttım yine. Bugün telefon konuşmamızın sonlarında dedi ki "Sen kendini kimseyle kıyaslama, kimse senin kadar değerli değil benim hayatımda" Bense bunu göstermesini isterdim. Mesela benim üzüldüğümü bildiği için jest yapsın gitmesin arkadaşlarıyla buluşmaya, bunu isterdim. Gerçi her defasında o "üzülüyorsan gitmeyeceğim" demesine rağmen ona gitmesi konusunda söz verdirtiyorum. Çünkü onu asla hiçbir şeyde engellemek istemiyorum. Ama yine de keşke bu jesti yapsaydı... Beni gerçekten çok, çok mutlu ederdi. İşte bu bana değer verdiğini gösterirdi. Off, bunu söylediğim için bile çok kötü bir insanım. Ne kadar bencil, ne kadar kötü, Allahım, nasıl biriyim ben... Bir insan hiç ister mi sevgilisi arkadaşlarıyla buluşmasın. Nefret ediyorum kendimden. Böyle düşündüğüm için, bu kadar bencil olduğum için...
Oysa onu üzmemem lazım. Zaten mutsuz, benim onu hep mutlu etmem lazım. Benimleyken bari mutlu olmalı. Oysa ben ne yapıyorum? Kendi sorunları yetmezmiş gibi sürekli sorun çıkarıyorum ona. Hayatını kolaylaştırmam gerekirken zorlaştırıyorum. Haftada bir defa gidiyor arkadaşlarıyla buluşuyor, onu da zehir ediyorum ona. Kendisi dedi bunu "Artık birisi buluşalım dediğinde korkuyorum yine seninle sorun çıkacak diye" dedi. Ben böyle biriyim onun gözünde. Böyle sürekli sorun çıkaran, kıskanç, güvensiz... Böyle biriyim ben. Haklı. Ben ona nasıl davranıyorsam öyle yargılıyor beni. O yüzden bir kere daha söz vereceğim bu konuda, bundan sonra onu üzmeyeceğim, sorun çıkarmayacağım. Gerçi haftaya okul açıldığı için bu son buluşmalarıydı, yani bir başka buluşmada pozitif davranarak onu mutlu etme şansım yok artık. Neyse, belki beklenenin aksine okul zamanı da buluşurlar. Hah:D Komik... Okul zamanı ben oradayken ve buluşmaya istekliyken kimse buluşmaz ki... Hepsi ders çalışma derdinde olur. Olmayanlar da bir çiftle buluşmak istemiyor tabi. İşte o yüzden ben oradayken hiç buluşulmuyor...
Neyse, bu "benim hiç arkadaşım yok" sorunu bu yazının konusu değil, ona girmeme gerek yok. Bu arada haksızlık olmasın diye belirtmek isterim, benim bir arkadaşım var. Liseden en yakın arkadaşım. Ve neyse ki sevgilim arkadaşlarıyla buluşacağı her gün, bazen tesadüfen bazen de ben öyle ayarladığım için, ben de onunla buluşuyorum. Gerçi yapacak hiçbir şey bulamıyoruz, sıkıntıdan patlıyoruz filan ama en azından evde oturup sevgilimin bensiz ne kadar eğlendiğini düşünüp üzülmüyorum böylece. Gerçi onların buluşmaları çoooooook uzun (yaklaşık 6-8 saat) sürdüğü ve biz ancak 3-4 saat oyalanacak şey bulabildiğimiz için bunu da yapmaya zamanım kalıyor.
Off neyse, bu konudan ne kadar bahsettikçe kendimi o kadar kötü hissediyorum. O yüzden değiştirelim bu konuyu, daha mutlu şeylerden bahsedelim. Bu yaz yapmak istediklerimi listelemiştim yazın başında. Almancamı geliştirmek, sevgilime hediye hazırlamak, çizim yapmayı öğrenmek, film listemdeki filmleri izlemek, kitap listemdeki kitapları okumak, yemek yapmayı öğrenmek... Çizim yapmayı öğreniyorum. Son iki haftamı yemek yapmaya ayırdığım için o da bayağı gelişti. Almanca her yaz olduğu gibi kaldı. Kitap listemin çok azını okuma fırsatım oldu, yazın çok boş vaktim olunca kitap okuyasım gelmiyor, 10-15 kitap anca okumuşumdur. Okul ve sınavlar varken okumayı tercih ediyorum nedense:D Film listemdeki filmlerin de bir kısmını izleme fırsatım oldu sadece. Ama 8 tanesini filan da sevgilime söyledim, onun sınırsız interneti var, indirdi benim için, okul başlayınca alacağım ondan. Aslında bu da bana değer verdiğini gösteriyor, cidden haksızlık ediyorum çocuğa.
Eveeet, gelelim en önemli yaz kararıma:) Sevgilime hediye hazırlamak... Alıp yaptığım puzzle'ı söylemiştim zaten. İşte onu çerçeveleteceğim gidince. Aynı zamanda ona "Seni seviyorum çünkü;" kağıtları hazırladım. Her birinin arkasında onu neden sevdiğimi anlatan şeyler var. Bir de kırmızı kartondan kalp kestim, bir tarafına "...'ın Kalbi" yazdım, diğer tarafına da onun ismini doldurdum hiç boşluk kalmayacak şekilde. Bir de benim bir küçüklük fotoğrafım var, gördüğünde çok beğenmişti, "umarım kızımız sana benzer" demişti. Fotoğrafın arkasına "Kızımızın nasıl olacağını hep gör diye..." yazıp ona vereceğim. Tabi ki bunlar yeterli değil, birkaç bir şey daha düşünüyorum ama şimdilik elimdekiler bunlar. Umuyorum ki romantik ve hoş bir sürpriz olur:)
Çarşamba günü tatile gidiyoruz halamlarla birlikte. Babam bir tatil köyünde yer ayırttı. Gerçi sadece 3 gün kalacağız ama yine de okula başlamadan önce çok iyi olacak gerçekten:) Tabi otele gitmeden önce benim eşyalarımı yurda bırakacağız önce ve otelden dönerken de beni yurda bırakacaklar. Eşyalarım o kadar fazla ki umuyorum bizim ve halamların arabasına sığar. Eşyalarımı üç gün önce toplamaya başladım, dün hepsi bitti. Şu an tüm valizlerim hazır bir şekilde kapatılmış ve "oturma odamsı oda" olarak kullanılan balkonumda duruyor. Bugün halamlar geldi bize, çarşamba sabahı beraber yola çıkacağız. Ve tatilde çoook ama çok eğleneceğiz:) Bana iyi eğlenceler dileyin, tatil sonrasına kadar hoşçakalıııın:)

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Uyusam

Sonsuza dek dinleyebilirim sesini;
O yumuşak, sıcak, ilgili ses tonunu.
Ama ne yazık ki engeller var aramızda
Ve kapatmak zorundayız ne yazık ki telefonu.

Gözlerimi bir yumsam, uyusam...
Günlerce, haftalarca uyusam.
Uyandığımda gelmiş olsa zamanımız
Ve sonsuza dek senin yanında olsam.

Zor, beklemek haftaların geçmesini
Hele de benim kadar özlemişsen sevdiğini.
Tekrar görebilmek için gözlerini
Uyusam, uyusam, uyusam...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Röfle, Saç Boyası ve Bolca Şampuan

Bir güne küllü sarı saçlarla başlayıp, gün içinde platin sarı olup akşamına tekrar küllü sarı olmak gibi bir şey benden başka kimde vardır acaba... Benden başka kimsenin bir günde bu kadar şey yapıp da sonucunda sabah olduğunun aynısı olacağını sanmıyorum. Neyse efenim, olay aynen şu şekilde gelişti:
Sevgilim benim gereksiz derecede saçma ve tehlikeli bulduğum rafting'de eğleniyordu, bense onun yokluğunda oyalanmaya çalışıyordum. En sonunda anneme bir yıldır dolapta duran saç açıcıyla bir kaç aydır düşündüğüm üzere saçlarıma röfle yapmasını söyledim. Açıcının arkasında işleme başlamadan önce saçlarımı yıkamam gerektiği yazıyordu. ben de yıkadım. Ardından annem saçıma röfle yapmaya çalıştı ama yapılan bir takım hatalar ve düşüncesizlikler sonucu saçlarımın üst kısmı komple platin sarı oldu. Aslında platin sarı olması için 45 dk. beklemesi gerekiyordu ve ben özellikle öyle olmasın diye sadece 20 dk. beklettim ama sanırım saçlarım zaten açık renk olduğu için beni öyle iğrenç bir sonuca götürdü. Bu röfle olayından sonra saçımı üç defa yıkamak zorunda kaldım. Saçın farklı kısımlarına farklı zamanlarda uygulama yaptığımız için farklı zamanlarda yıkamam gerekti. Dolayısıyla suyla fazlasıyla haşır neşir oldum diyebilirim.
Tabi ki röflenin sonucu felaketti, esmer olduğu halde saçını platin sarıya boyatan ve iki metre dip boyası gelmiş Romen kızlarına benzetiyordum kendimi. Aynaya baktıkça gözyaşlarına boğuluyordum. Eskiden beğenmediğim saç rengime geri dönebilmek için her şeyi verirdim.
Ben bu kadar üzülünce annem de bana koyu sarı saç boyası almış, "Hadi gel, saçlarını boyayalım" dedi bana. El mahkum, gittim, boyattım saçlarımı. Sonrasında bir saç yıkama seansı daha tabii... Bugünden sonra en az bir ay su görmek istemiyorum diyebilirim. Saçlarıma gelince... Eh, söylemeliyim ki röfleli (!) halinden çok daha iyi olmuştu. Ama kendi saç rengime çok yakın olduğu için tüm gün saatlerimizi harcamış ve sonucunda HİÇBİR ŞEY elde edememiştik.
Ama tabi başkalarına böyle demiyorum. "Kendi saç rengimden birkaç ton açığı oldu. Çok güzel oldu. Parıltı verdi bana. Ben çok beğendim." diyorum. Ki eğer çok dikkatle bakarsak kendi rengimden gerçekten de bir ton daha açık. Gülüyorum bu halime. Sonuç olarak "değişiklik, değişiklik" diye tutturan ben yine aynı saç rengiyle devam ediyorum. Zavallı annemse beni memnun etmek için yorgunluktan öldü. Boşa geçirilmiş bir gün daha diyebiliriz o zaman...

Yar

Bir resim kalmış olsaydı, elimde senden;
Bir anı, kopup gelmiş uzak günlerden;
Tek dileğim bu Allah'ım senden;
Yarimin yüzünü esirgeme benden.

Kulağıma aşk şarkıları fısıldayan sesi;
Artık bir rüya kadar uzak nefesi.
Hiç yaşamadık sanki o günleri
Yarim benden geçip gitti mi?

24 Ağustos 2012 Cuma

Ateş İçinde

Daha pek çok şiir var aklımda, pek çok düşünce.
Anlatmak zor, kelimeler kifayetsiz.
Ruhum acı, ızdırap, ateş içinde.

Sevildiğimi biliyorum, dört bir taraftan.
Ama sevme özgürlüğü alındı yardan.
O yar susuz çöllerde, ateş içinde.

Bir ince hastalık var içimde,
Güneşim, ayım, yarim nerede,
Ben hasta, biçare, ateş içinde.

Susmak

Zor;
Söyleyecek bu kadar çok şey varken susmak çok zor,
Gözlerimin önündeyken ona elimi uzatamıyor olmak;
Zor, çok zor.

Oysa ne kadar kolaydı eskiden bazı şeyler.
Ne kadar basitti kavgalar
Ve ne kadar basitti üstesinden gelmek kavgaların;
Ne kadar kolay...

Şimdi, burada; acı çekiyoruz ikimiz de
Üstesinden gelemeyeceğimiz şeylerin pençesinde.
O kadar imkansız ki çözmek;
Bocalıyoruz.

Susmak çare değil.
Ama konuşmak da kurtaramayacak bizi bu dertten.
Zaman; her şeyin ilacı.
Ve sabır; çok fazla sabır...

23 Ağustos 2012 Perşembe

Kayıp

Ne güzeldi bir zamanlar yaşamak;
Senin kollarında, mutluluk içinde.
Oysa şimdi nasıl da karanlık her yer;
Güneş yok, ay yok bu bedende.

Bir sabah kalktığımda bana aittin
Sonsuza kadar, sadece benim.
Sonra akşam oldu çekildi güneş uykuya;
Sen gittin, koparıldın elimden benim.

Şimdi bilmiyorum, gelecek mi o güzel günler geri;
Yoksa sonsuza dek terk mi etti güneş bu bedeni?

Ağla; ağla ki bilinsin çektiğin acılar.
Savaş; savaşmadan alınmaz geri, kayıplar.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Eski Bayramlar...

İnsanlar her zaman eski bayramların tadını arar ya, ben de arıyorum. Ama bunun sebebi şimdi bayramların değişmesi değil, benim büyümem... Eskiden, küçükken, bayramlar çok daha eğlenceliydi benim için. Bayram geldi mi en güzel, en yeni kıyafetlerimize bürünür; sadece küçük çocukların sahip olabileceği büyük heveslerle el öpmeye giderdik. Sadece bayramlarda olurdu o kadar çok paramız. Bayramın ikinci veya üçüncü günü, yeterince para topladığımızı düşündüğümüzde, bayram harçlıklarımızı alır sinemaya giderdik tüm kuzenlerimle. Harry Potter serisini, Hırsız Var'ı, Vizontele serisini, Okul'u, hepsini o bayramlarda izledik. Sinemadan sonra başımızda ailelerimiz olmadan, "o zararlı" "o pahalı" "aman çok gelir" diyen birileri olmadan, kendi paramızla dilediğimiz yemeği yerdik.
O zamanlar ne kadar basitti mutlu olmak. Kuzenlerle geçirilmiş o kısa ama çok değerli gün nasıl mutlu ediyordu bizi. Artık hepimiz büyüdük. Kuzenlerim evlendi, farklı şehirlere taşındı. Kimi gelmiyor bile bayramlarda; kimi gelse de kayınvalidesinde kalıyor, görüşemiyoruz. Bu sene sadece üç kişi gittik bu bayram eğlencesine. Ben, benden iki yaş büyük kuzenim ve eskiden çok küçük diye aramıza almak istemediğimiz kardeşim. Sinemada güzel film yoktu, o yüzden sadece alışveriş yaptık ve bir şeyler yedik. Eski neşeli bayramlara kıyasla o kadar boş ve sıkıcıydı ki...
Kardeşim için bayram hala eğlenceli. Bayramdan birkaç gün önce alışverişe çıkıp bayramlık aldık ona. Bayram günü, her zaman sımsıkı topuz yaptığı açık kumral, upuzun saçlarını maşa yapıp süsledik onu. Babamla birlikte el öpmeye gitti çevredeki akrabalara. Bol bol para topladı, para topladıkça mutlu oldu. 10 yaşında şimdi. Bayramlar onun için hala bu kadar güzelken tadını çıkarsın. Bir gün gelecek bayramın bir farkı olmayacak öbür günlerden.
Keşke o günlere geri dönebilsem. Tekrar çocuk olsam, tekrar çocuk masumiyeti içinde mutlu olsam küçük şeylerden, tekrar babaannemin elini öpebilsem.... Onu o kadar özledim ki... Mezarına ziyarete gittik bayramın ilk günü. Önce dedemin, sonra onun... Annem Yasin okudu ikisi için de. O kadar duygulandım ki mezarını görünce... Ama yanımda başkaları vardı, ağlayamadım. Karar verdim kendi kendime, o şehre her gidişimde ziyaret edeceğim babaannemin mezarını. Ona yaptıklarımı anlatacağım, okulumu anlatacağım. Okulu bitirdiğimde de gideceğim yanına. Mezun olduğumu, artık doktor olduğumu söyleyeceğim ona. O kadar isterdi ki doktor olduğumu görebilmeyi. Ve tabi düğünümü görebilmeyi, yardımla da olsa ayakta durup diğer torunlarına yaptığı gibi koluma bilezik takabilmeyi...
İnşallah izliyordur beni; inşallah görebilir mezuniyetimi, düğünümü, çocuklarımı... İnşallah biliyordur onu sürekli düşündüğümü ve ne çok sevdiğimi... Sensiz ilk bayramımı geçirdim babaannecim. Ve sensiz hiçbir tadı yoktu bayram olmasının. Seni çok özlüyorum...

3 Ağustos 2012 Cuma

Olimpiyatlar, Cupcake'ler ve Tatil

İki haftalık tatilim yarın son buluyor. Söyledim mi bilmiyorum iki hafta önce kuzenim beni ve kardeşimi yanına çağırdı çok sıkıldığı için. Kocası tüm gün işte oluyor ve kendisi şu anda tatilde olduğundan yapacak bir şey bulamıyor. Neyse işte, iki hafta önce gelip bizi aldılar annemlerin yanından (böyle söyleyince de kendimi acayip ergen gibi hissettim ama naparsın), o zamandan beri de onlarla kalıyoruz. Buraya gelmenin benim için ayrı bir önemi vardı, burası zaten benim şehrim olduğu için sevgilim ve tüm üniversite arkadaşlarım bu şehirdeler. Dolayısıyla buraya gelmek onlarla görüşmek, hasret gidermek demekti. Ki iftar olsun, sürpriz doğum günü kutlamam olsun, kız kıza alışveriş günü olsun, bol bol vakit geçirdik beraber. Sevgilimle de baş başa bir sürü güzel mekana gittik, onun kardeşi ve benim kardeşimi de alarak lunaparkta mükemmel bir akşam geçirdik. Kısacası isteyebileceğim her şeyi yaptım. İçimde kalan tek burukluk var, buradayken yaptığım puzzle'ı çerçeveletip hediye etmeyi planlıyordum, erteleye erteleye yapamadım kaldı o iş:/ olsun, eylülde buraya geri döndüğümde mutlaka halledeceğim onu.
Son iki hafta sabah yatıp öğlen uyanmakla, bol bol alışverişle, filmle, özellikle de son hafta tamamen olimpiyatlarla geçti. Potanın Perileri olsun, Filenin Sultanları olsun, Badminton'da Neslihan, masa tenisinde Melek, halterde Sibel, Nurdan, Aylin, Erol, Hurşit olsun, yüzmede Derya olsun Kemal Arda olsun, atletizmde İlham olsun Tarık olsun; ohooo, bilmediğim yok. Sanırım tüm Türkiye'de bu işin içinde olanlar dışında olimpiyatları en çok izleyen bizizdir. Televizyonda sürekli Trt3 veya TrtHD açık, biz yarışıyor olalım olmayalım pür dikkat izliyoruz. Tabi bizimkiler oldu mu daha bi dikkatle izliyoruz. Hele o basket ve voleybol maçları, nasıl heyecanlı, nasıl heyecanlı... Baskette çeyrek finali garantilediğimiz için çok mutluyum, voleyboldaki berbat yenilgilerimizin üstüne süper oldu. Gerçi onda da düzeltecek gibiyiz, bakalım, son maçtan bir puan alabilirsek şahane olur.
Neyse, sanki sporla çok ilgiliymişim gibi... Olimpiyatlar dışında dönüp bakmam bile herhangi bir maça. Gerçi zaten şu ara esas ilgi alanlarımın hiçbiriyle ilgilenmiyorum ki. Olimpiyatlar dışında çoğunlukla HomeTv'deki yemek programlarını izliyorum. Böyle cupcake yarışması fln var veya Şefin Sırları var veya Fiks Menu var. Tabi pişirebildiğim tek şey makarna olduğu için bu da ilginç kaçıyor. Ama geçen gün kuzenim (aşırı derecede hamarattır), kardeşim (mutfak konusunda çok hevesli ve pek çok şeyi pişirebiliyor) ve ben (çoğunlukla bir şeyleri kırıp dökmeyeyim diye beni mutfaktan çıkarırlar) cupcake benzeri mükemmel bir kek yaptık. Tart şekline benzeyen kornetlerin içine kek hamuru koyup fırınladık, üzerine çikolata sosu, üzerine de krem şanti. Gerçi benim tek görevim krem şanti çırpılırken gereken kas gücü olmaktı ama olsun, bu da bir başlangıçtır. Yaptığım kekin önce resmini sonra da kendisini direkt olarak sevgilime ilettim, yazık yavrum benim, çok beğendi, tabi bilmiyor ki ben hiçbir şey pişiremiyorum. Aman canıım, evlenince öğrenir nolucak:)
Şu aralar bir de babamın son yazdığı kitabı düzenleme işine başladım. Bu sefer bir yemek kitabı yazdı babam, Turizm&Otelcilik ve Aşçılık bölümlerinde ders veriyor da üniversitede. Önceden de önbüro programları ve otel dekorasyonlarıyla ilgili kitaplar yazmıştı. Bu kitabının konusu diğerlerine göre kat kat daha eğlenceli ama biri gerçekten babama yazım kurallarını veya sayfa düzenini öğretmeli. Çoğunlukla her cümledeki anlatım bozukluklarını düzeltmek için en az üç defa okuyup öyle değiştirmem gerekiyor, çoğu yeri de baştan yazıyorum gibi bir şey. Kesinlikle hiçbir bütünlük yok kitapta; kullanılan terimler, cümle stilleri, her şey birbirinden farklı. Çok zamanımı alıyor ama babam sürekli "çok yavaş çalıştığımdan" yakınıp duruyor.
Babam demişken, tatilimin bitme sebebi o. Kuzenim babamları iftara çağırmıştı geçenlerde. Babam da bugün 3 gibi arayıp "birazdan yola çıkacaklarını, gelip bizi alacaklarını" söyledi. Tabi ki tamamen bir şok oldu bu ve bütün planları değiştirdi. Sevgilimle apar topar bir vedalaşma yaşadık, ikimiz de tekrar ayrılacağımız için çok üzülüyoruz ama bu beklenmedik bir şekilde birlikte geçirilen iki hafta için de fazlasıyla mutluyuz. Hem eve gitmek benim için pek çok açıdan çok daha iyi olacak. Zaten sevgilim dışında burada kalmak için fazla bir sebebim de yok. Ama yine de tabi ki onun özlemi her şeyden çok, çok fazla...
Belki de her şeyden değil... Son zamanlarda babaannem hakkında gittikçe daha az düşünüyorum. Bazen onu hisseder gibi oluyorum ama sonra bir anda geçiyor. Onu hiç rüyamda görmedim. Gördüğüm rüyalarda da ölmüş oluyor babaannem, öldüğünü yeni öğreniyormuşum gibi oluyor. Onun öldüğünü kabullendiğim için mi acaba diye düşünüyorum. Ama bir yandan da sanki onun ölümüyle daha yüzleşememişim gibi geliyor. Orada bir yerlerde sanki o hala yaşıyormuş gibi oluyor. Bu konudaki duygularım çok karışık. Sadece biliyorum ki; esas darbeyi daha yaşamadım. Belki de kışın her eve gidişimde babaanneme sarılamadığımda yaşayacağım o darbeyi, belki de yaz gelip de babaannemin evine onunla birlikte kalmaya gidemediğimde... Artık hiçbir zaman kimse görmeden beni öpüp elime harçlık tutuşturamayacak, hiçbir zaman "hacı bekir lokumum" diye sevemeyecek beni... Onu öyle eski evimizin salonundaki kanepede oturmuş, son yıllarda gittikçe boş bakan mavi gözleriyle bana bakarken görebiliyorum. Zihin ne ilginç şey... O artık yok ama ben her gözümü kapattığımda onu görebiliyorum, onunla konuşabiliyorum. Sil Baştan filmi geliyor aklıma. İnsan gerçekten sevdiği birini sildirebilir mi aklından? Acı çekmemek için hiç hatırlamamak, iyisiyle kötüsüyle tüm hatıraları unutmak... Ben istemezdim sanırım. Gözümü kapattığımda sevdiklerimi göremediğim bir dünyada yaşamak istemezdim...

26 Temmuz 2012 Perşembe

Bunalım

Farkettim ki çok uzun zamandır sadece kötü şeyler yazmışım buraya. Her şeyden sorun çıkarmışım kendime. Babaannem konusu hariç, o konuda üzülmemden daha doğal ne olabilir ki... Ama sevgilimle olan tüm o sorunlar... Özellikle de hepsinin sonunda yine normal mutlu halimize geri döndüğümüz için...
Bu yüzden bir karar verdim, sevgilimle olan o tartışmaların hiçbirini yazmayacağım buraya. Zaten birkaç saatten uzun sürmüyor ki hiçbiri, en herşeyin bittiği kavgamız bir gün sürmüştü. Ki o o kadar haklı bir kavgaydı ki başka bir çift olsa biterdi mutlaka ilişkileri. Güçlü bir ilişkimiz var bizim, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Belki çok aşık olduğumuzdan, belki de başka çiftlerin aksine birbirimizi ailemiz olarak gördüğümüzden... Evet ailem o benim, kocam. Ondan başkası olmayacak hayatımda, asla bitmeyecek ilişkimiz. Aşk biter, biz farkındayız zaten bunun. Ama nasıl ki ailenden asla kopamazsın, sevmesen bile tartışsan bile mutlaka birlikte olursunuz, işte o var bizde de. Aileyiz biz, aşk bitse de aileyiz, kavga etsek de aileyiz. Ve bu hiçbir zaman da değişmeyecek.
Çok farklıyız birbirimizden, hiçbir konuda anlaşamıyoruz. Ben ak diyorum o kara, ben seviyorum o nefret ediyor. Ama birbirimizi olduğumuz halimizle seviyoruz ve birbirimiz için değişmeye çalışıyoruz her zaman. Asıl önemli olan da bu sanırım; bir adım o, bir adım ben. Gittikçe yaklaşıyoruz birbirimize. Kim bilir, belki de beş yıl içinde bir elmanın iki yarısı gibi olacağız. Aslında bir elmanın iki yarısı değil de birbirini tamamlayan iki puzzle parçasıyız biz, ayrı ayrı baktığında çok farklı birbirinden, ama yan yana getirince sihirli bir şekilde uyuyorlar birbirlerine. İşte biz oyuz, iki puzzle parçasıyız, ancak bir araya gelince anlam ifade ediyoruz şu hayatta.
Bunu temsilen bir puzzle aldım onun için; 1000 parçalık, ufak bir şey. Puzzle'ı bitirdim ve şimdi de çerçeveletip ona hediye edeceğim. Bir ressamın "Geçmiş Yazlar" diye bir eseri... Bana benziyor tablodaki kız. Belki baktıkça beni hatırlar. Aslında ikimizin resmini puzzle yaptırmak daha güzel bir hediye olabilirdi ama  iki fotofobik insan sevgili olunca ortada hiç resimleri olmuyor ki. İşte ben de o yüzden beni andıran bir kız seçtim. Madem duvarında bir kız resmi olacak, bari bana benzesin.
Doğum günüm geldi geçti, tıpkı geçen yılki gibi hiç kutlanmadan. Benim için yılın en önemli günüydü doğum günüm. Birincisi doğum günüm ikincisi yılbaşı... Artık ikisi de kutlanmıyor. Belki de artık büyüyüp bunlara önem vermeme zamanı gelmiştir kim bilir...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

yalnızlık...

Bazen kendimi hayatta inanılamayacak kadar yalnız hissediyorum. Ve şimdi de yalnızlığımı dolduran tek insan beni hiç umursamıyor. Bilmiyorum, belki de ben aşırı kıskancım, benim hayal gücüm fazla çalışıyor, çok kötü niyetliyim. Ama tamamiyle haksız olduğumu da düşünmüyorum.
Ben burada sevgilimden kilometrelerce uzağım, o benim sayemde arkadaş olduğu kız grubuyla sinemalarda, ev partilerinde... Sinemaya gittiği gün ona defalarca mesaj atmama rağmen bana ne msj attı ne bir şey... Hem de sinemaya gidememişler bile. Bundan saatler sonra haberim oluyor tabi. Üstelik de telefonu açtığındaki o mutlu sesi, o gülüşmeler... Ben her saniye onu düşünürken onun aklına gelmemişim bile.
Şimdi de onlarla evde, eğleniyorlar, beni aklına bile getirmeden... Msj atmamasına alıştım zaten. Hatta o yoldayken tavır yaparak da veda ettim ona. Ama anlamadı ya da anlamak istemedi kim bilir... Burada biriyle tartışıp çok moralim bozukken onu aradığımdaysa gülerek yastık savaşı yaptıklarını söyledi bana. Arkada kız çığlıkları... Yastık savaşı ya yastık savaşı!! Amerikan filmlerinin klasik sevişme öncesi sahnesi, filmlerdeki tüm erkeklerin hayali... Evet tamam abartıyorum. Ama dediğim gibi; tamamiyle haksız olduğumu da düşünmüyorum.
O kadar moralim bozuldu ki o an... Oysa o anlamadı. Tavır yapıp kapatalım dediğimde de kapattı hemen. Bir süre sonra onu tekrar aradım, neye kırıldığımı anlatmak için. Ama konuşamadım bile. "Arkadaşlarımız" geldi, telefonu kapatmasını söylediler ve o da kapattı. Kırgın olduğum apaçık belli olduğu halde kapattı.
Şimdi de yiyemediğim bir yemeğin bulaşıklarını toplamak için kaldırılıyorum yerimden. Zaten günlerdir yiyemiyorum ki yemek. Her zaman benim yiyemeyeceğim yemekler yapılıyor. İnadına yapar gibi... Ne zaman buraya, köye, gelsek çok, çok kötü zaman geçiriyorum. Benim yiyebileceğim yemeklerin, yapmayı sevdiğim şeylerin en umursanmadığı yer burası. Et sevmediğimi, ciğeri ağzıma bile sürmediğimi, pişmiş domates, maydanoz, köy sütü, köy yoğurdu, hiçbirini yemediğimi ve asla yemeyeceğimi; iğrenç böceklerle dolu o lanet olası dağa çıkmayı sevmediğimi, hakkımdaki her şeyi en boş verdikleri; aç kalmama, mutsuz olmama en üzülmedikleri yer... Buradan da, burada olmak zorunda olmamdan da nefret ediyorum!
Ve şimdi hayatta en değer verdiğim insan da umursamıyor beni. Oysa o kadar mutsuzum ki son zamanlarda... O kadar iyi olurdu ki hayatımda bana destek olabilecek biri... Ama yok. Hayatta beni gerçekten umursayan değer veren kimse yok... Bunun yokluğunu o kadar derinden hissediyorum ki son zamanlarda. Sevilmediğimi, umursanmadığımı o kadar çok hissediyorum ki...
Birkaç gün içinde evime gideceğim. Yıllardır babaannemle yaşadığımız eve... Onun yokluğunu o kadar güçlü bir şekilde hissedeceğim ki orada... Onu çok özlüyorum. Kimseye belli edemiyorum ama onu çok özlüyorum. Onu bir daha göremeyeceğimi, bir daha öpemeyeceğimi düşündükçe kahroluyorum.
Keşke birileriyle paylaşabilseydim acımı. Birilerinin omzuna yaslanıp ağlayabilseydim doyasıya. Bunu yapabileceğimi düşündüğüm tek insanı da kaybettim çünkü biraz önce....


NOT: İnsanların neden üzgün olduğumu, neden ağladığımı sormalarından nefret ediyorum. Ve hemen "Sevgilinle kavga mı ettiniz?" diye düşünmelerinden de nefret ediyorum. Benim babaannem öldü! Ağlamak için, mutsuz olmak için bir başka sebebe ihtiyacım yok ki. Bir tek babaannem için ağlıyorum ben. Bunu söyleyenlerse halamın, teyzemin kızları. Kimi bir gün önce cenazede ağlama krizlerine girdiği halde söylüyor bunu, kimi uzaktan bakarak... Bu kadar kolay mı onlar için babaannemi unutmak? Oysa her an aklımda babaannem benim. Eski resimlerimize bakıyorum, anılarımızı canlandırıyorum kafamda. Her an aklımda... Belki de bundan sonra zihnimin bir kısmında hep onunla yaşayacağım.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

iyi olmaya çalışıyorum...

Babaannemin nasılsın sorusuna verdiği klasik cevaptır bu: "İyi olmaya çalışıyorum" Kimin sorduğuna göre sonuna oğlum, kızım, halam gibi ekler alır ama bu cümle yıllardır hiç değişmedi. Yıllardır hiç iyi olamadı ki babaannem. Sürekli hastalıklar, ameliyatlar, bitkisel hayatlar... Yıllardır kurtulamadı ki bir türlü...
Ama şimdi hastalıkla geçen onca yılın ardından en sonunda kurtuldu babaannem. En azından ben öyle düşünmeye çalışıyorum. Yoksa hayatımın en büyük parçalarından birini kaybettiğimi nasıl kabullenebilirim? Bir parçam hala inanamıyor babaannemin gittiğine. Bir parçamsa ölmüş gibi hissediyorum...
Ağlayabilseydim rahatlardım belki ama haberi aldığımdan beri hep tuttum kendimi. Kardeşimin yanında ağlamamalıyım diye, ben ablayım güçlü olmalıyım diye, evde herkes çok kötü ben sakin olmaıyım, mantıklı olmalıyım diye... Günlerdir o kadar çok misafir var ki, her yer o kadar kalabalık ve bunaltıcı ki... Ağlayacak hiçbir yerim yok. Bir ara mutfağı boş bulmuştum, doya doya ağlayabilmek için oraya gitmiştim. Ama uzun sürmedi bu boşluk, bir dakika içinde geldi yine birileri.
Cenazede o kadar kötüydü ki... "Hakkınızı helal ediyor musunuz?" sorusuyla birlikte kim görüyor diye düşünmeden deli gibi ağlamaya başladım. Teyzem yanıma gelip sarıldı bana teselli etmek için. Ama o an beni teselli edebilecek hiçbir şey yoktu, olamazdı.
Normalde bizde kadınlar defin sırasında orada bulunmazlar. Ama biz kuralları umursamıyorduk o an, en sevdiği torunları, biz... Gittik, herkesin önüne geçerek izledik babaannemin defnedilişini. Biz de toprak attık babaannemin üstüne. Babaannem yıkanırken su dökmemize izin vermedi ailelerimiz, onun yerine biz de toprak attık. Babam babaannemi öyle hatırlamamam için çok ısrar etti. kendisinin de bu yüzden görmediğini söyledi. Şimdi hak veriyorum ona, babaannemi öyle hatırlamamalıyım. En son gördüğüm haliyle hatırlamalıyım: Bembeyaz teni ve maviş gözleriyle beni öpüyor, "Senin kokun bana bir başka kokuyor nedeniki" diyor, sonra da "Hoşçakalın" diyerek ameliyata gidiyor yanımızdan, bir daha gelmemek üzere....

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Ameliyat

Perşembe günü saat 10'da ameliyata girdi babaannem. Biz o sabah 3.30'da kalkıp 5 otobüsüyle gittik Ankara'ya. Ben, annem, babam ve halamlar... Yoğun bakıma almıyorlar kimseyi normalde. Ama ameliyata hazırlanmasına yardım etmesi için birini çağırdılar içeriden. Küçük halam girdi içeri. 15 dakika sonra gittim sordum hemşireye "Halam çıksa da ben girsem olur mu" diye. Ameliyata giderken koridorda görürmüşüz öyle dedi hemşire. Sadece bir dakika görebildik babaannemi koridorda. Bir dakika... Ölme riski bu kadar çok olan bir ameliyat öncesi sadece bir dakika... O bir dakikada da hepimizi öpmek için tutturdu. Aslında öpmememiz lazım, biliyoruz ama o durumdaki birine kim hayır diyebilir ki... Hepimizi tek tek, koklaya koklaya öptü; vedalaştı bizimle. Ve götürdüler onu yanımızdan.
Sonrasında bekleyiş... 2'de bitmesi gereken ameliyat için 6'ya kadar süren; uykusuz, habersiz, gergin bir bekleyiş... Ameliyathaneyi defalarca arasak da alamadığımız bilgiler... Ameliyat sonrasında doktorun ayaküstü, geçiştirircesine yaptığı açıklama... İlgisiz... Özensiz...
O dört saatte hepimiz içten içe öldük oysa. Haber gelmedikçe daha çok korktuk. Hep korktuk. Sadece korktuk. Elimizden bir şey gelmeden, yalnızca korktuk. "Ben dört dörtlük yaptım ameliyatı" dedi doktor. Kendini beğenmiş bulduğum için sevmediğim, ameliyat konusundaki ısrarına çok kızdığım sayın meslektaşım... Gerçekten umurunda mıydı babaannem? Hiç sanmıyorum. Ölsün ya da ölmesin, o "dört dörtlük" yaptı ya ameliyatı...
Birkaç gün uyuyacağını söylediler babaannemin, kimseyi almayacaklarmış yanına. Biz de böylece 9 hızlı treniyle yola çıktık. Saat 10.30 oldu. Babamın telefonu çaldı. "Kalp yetmezliği" dedi doktor. Daha ilgili, daha sıcak olan bir başka doktor... "Ameliyata alıyoruz tekrar" dediler, cihaza bağlayacaklarmış, bize haber verirlermiş. miş... miş... miş...
O sırada yapılan bir duyuru "Yaşadığımız geçici arızadan dolayı varışımız gecikecektir. Sabrınız için teşekkür ederiz." Bir yanda babaannemin kötüleşmesi, bir yanda trenin arızası, durduk öylece... Tepkisiz... Babam dışarıyı seyretti boş bakışlarla. Babaannem ameliyata girdiğinden beri değişmedi zaten bakışları. Aklı hep başka bir yerde gibi boş bakıyor etrafa. Bakıyor ama görmüyor. Görüyor ama tepki vermiyor. Sadece yaşıyor. Biraz da benim gibi...
Trenin arızası çok uzun sürmedi, 15-20 dakika sonra harekete geçti tekrar. Babaannemden ise geç saate kadar haber gelmedi.
Biz vardık kendi şehrimize, bindik arabaya gittik babaannemin evine. Işıklar kapalıydı. Babamlar ön bahçeye geçip oturdular karanlıkta. Ben ön bahçeyle arka bahçeyi birleştiren, kapının yanındaki o küçük alanda durdum biraz. Arka bahçeden bir rüzgar esti. Fısıltılar taşıdı bana rüzgar. Yerde sürünen ayak sesleri taşıdı. Ürperip bir adım uzaklaştım arka bahçeden, sırtımı oraya verdim. Durdu rüzgar, sesler... Sonra tekrar başladı daha sert bir şekilde. Fısıltılar arttı, birileri ayağını sürüyerek yaklaşıyordu yanıma. Göz ucuyla yan tarafımda, yerde siyah bir şey gördüm. Bir adım daha uzaklaşırken yan döndüm görebilmek için. Hiçbir şey yoktu yerde. Tekrar yan tarafımda gördüm onu, tekrar döndüm. Yine bir şey yoktu. Rüzgar iyice artmıştı, sesler de... Tehdide boyun eğip ön bahçeye gittim hızlıca.
Tüm o sesler gerçekten var mıydı yoksa içinde bulunduğum durumda ben mi hayal etmiştim onları, bilemiyorum. Ama o an için, o gerçeklikte, hepsini duydum o seslerin. Bana bir ölüm haberi gibi geldi sesler, babaannemin ölüm haberi gibi... Oysa ölmedi babaannem. Ölümle hayat arasındaki o ince çizgide kararsız bir biçimde duruyor hala. Bir gitmeye karar veriyor bir kalmaya, bir ölsem de kurtulsam diyor bir korkuyor ölmeye... Bakalım son kararı ne olacak? Veya onun karar vermesini bekleyecek mi kader?

1 Temmuz 2012 Pazar

Acı...

Beni o kadar kırdın ki... Beni değil de başkalarını düşünmeye karar vererek beni o kadar kırdın ki.... "Sen" ki  benden başka kimseye bakamayacağını, kimseyi düşünemeyeceğini söylerdin. Benim, hep benim, yalnızca benim olduğunu söylerdin. Misilleme mi bu bilmiyorum, benim canını acıtmama misilleme mi?
Hala sadece "seninle" konuşabiliyorum derdimi, hala sadece "sen" varsın hayatımda, arkadaşım olarak da sırdaşım olarak da... O yüzden şimdi de "sana" yazıyorum yine hissettiklerimi. Ve fark ettim ki "sana" yazmak iyi geliyor bana. Sanki "seninle" gerçekten konuşabiliyormuşum gibi hissediyorum. "Sen" yanımda olmasan da yanımdaymışsın gibi hissediyorum. Bir de sarılabileceğim vücudun olsa yanımda, başımı yaslayabileceğim omzun, doyasıya içime çekecebileceğim kokun olsa... Ah işte bunu ne çok isterdim bilemezsin.
Dün gece uyumadan önce "seni" yanımda hayal ettim yine, aklıma hep "senin" gözlerimin için bakışların, gülüşlerin, ellerimi tutuşların, sarılışların, öpüşlerin geldi. Gözyaşlarım akmaya başladılar yine, içimi çeke çeke ağladım sessizce. Kimse duymasın, kimse bilmesin diye sessizce. Kuzenim sordu iyi misin diye, iyiyim dedim. Belli etmedim kimseye derdimi, "senden" başka kimseye belli etmedim. Bir tek "sen" varsın hayatımda, var olan tüm başlıklar için tek karşılık "sen". Peki ya "seni" sonsuza dek kaybedersen napıcam?
Şimdi yalnızım evde; kendimle, içimdeki "senle" başbaşa, yalnızım... Ve doyasıya ağlayabiliyorum "senin için"; doyasıya, hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyorum. "Seni" çok özlüyorum. Tatilin başından beri özlüyorum zaten "seni", varlığını. Ama şimdi davranışlarını da özlüyorum; ilgili, aşık davranışlarını. Beni çok sevmeni, sadece beni düşünmeni özlüyorum. Bu soğukluk, bu... Canımı yakıyor, çok canımı yakıyor. Başkalarını düşünmeyi tercih etmen çok acıtıyor.

30 Haziran 2012 Cumartesi

Kalp Kırıkları

Tatile girdiğimde ne düşünmüştüm biliyo musun? Buraya "sana" yazacaktım, "senin için" yazacaktım... Zaten sen bakmazsın buraya, tatil sonunda gösteririm, mutlu olursun diye düşünmüştüm. Hani şu senin eski günlüğüne yazdıklarım gibi... Sonra babaannemin olayı olunca vazgeçmiştim bu düşünceden.
Şimdi, sen benden nefret ediyorsun ben ise burada oturmuş "neden bunları paylaşacak hiç arkadaşım yok" diye düşünüyorum. Şu son 8 ay o kadar "seninle dolu" geçmiş ki şimdi dönüp baktığımda "seni" konuşacak "senden başka" kimsem kalmamış. Kimseye anlatmamışım ki yaşadıklarımızı. Karı-koca arasında yaşananlar   karı-koca arasında kalır diye... Kimseye "sana" olduğum kadar yakın olamamışım ki. Bu beni çok mutlu ediyordu, şu ana kadar... Şimdi "sen" bana bu kadar kızgınken, benimle konuşmak bile istemezken omzunda ağlayacak kimsem yokmuş, kimsem kalmamış. Ben de "sana" anlatıyorum derdimi...
O kadar ağlamak isterdim ki şu anda. Ama bir evde misafirken insan kendiyle baş başa bile kalamıyor ki hıçkıra hıçkıra ağlayabilsin... Banyoda ağlayabildim bir tek, suyu açtım, onun sesine güvenip ağladım... Yaşadığım pişmanlıklar için; "sana" yaşattığım hayal kırıklıkları için; yaptığım, "seni" üzen herşey için... oysa hayatta en çok istemediğim şey bu biliyor musun? "Seni" üzmek... Sevgilimi, dostumu, kocamı, sırdaşımı, bazen omzuna yaslayıp ağladığım, bazen beraberce kahkahalarla güldüğümüz adamı, ilk aşkımı, son aşkımı, hayatımda gördüğüm en iyi insanı, "seni" üzmek...
Beni en çok üzen, kalbime durmaksızın saplanan hançer ne biliyor musun? Hani dedin ya: "Ben sana anneme babama bile güvenmediğim kadar güvendim, şimdi her sözünü sorguluyorum" işte bu. Aklımda bu lafın dönüyor sürekli, kalbim hançerden bin bir parça... Ben bunu "sana", bana bu kadar güvenen birine nasıl yapabildim, nasıl kırabildim bana olan güvenini? İşte beni öldüren bu.
Hani bir kural vardır ya, bilir misin bilmem? Evlilikte kocanla ne kadar kavga edersen et yatağa küs girmeyeceksin. İşte biz şimdi bu kuralı yıkıyoruz sevgilim. Bak, küs giriyoruz yatağa.. Ama ne var biliyor musun? Ben her gece yaptığım gibi "seni" yanımda hayal ederek uyuyacağım bu gece. Yanımda "sen" olmadan hiçbir gece geçirmedim ben. Hep "seni" varsaydım yanımda, bana sarıldığını, "İyi geceler karıcım" dediğini... Bu gece de değişmeyecek bu. Hatta sanırım hiçbir gece değişmeyecek, benden ayrılsan bile...
Daha bu akşam demiştin ya bana "Seni düşünmediğim, seni yanımda varsaymadığım bir saniyem bile geçmiyor" diye. Ben de demiştim ya hani "Saplantılısın yani" diye. Asıl ben saplantılıyım sevgilim, asıl ben saplantılıyım. "Sen" bilmiyorsun bunu. Bilmiyorsun "seni" ne kadar sevdiğimi, anlamıyorsun. Gerçi bugünden sonra fark etmiyor değil mi "senin için"? "Seni" ne kadar sevdiğimin bir önemi yok artık, hiçbir zaman da olmayacak. Oysa ben burada sonsuza dek, hep "seni", yalnız "seni", en çok "seni" seveceğim. "Sana" yemin ettiğim gibi, başka kimse bakamayacak gözlerime "senin gibi", tutamayacak ellerimi, dokunamayacak bana "senden başkası". Sadece "sen", yalnızca "sen", hep "sen"...
Ağlayamamak çok koyuyor insana sevdiğim. Bu yazıya başladığımdan beri her an fışkırmak için zorluyorlar gözlerimi göz yaşlarım, her an ortaya çıkmaya hazır hıçkırıklar dizildi boğazıma. Kendimi tutmaya çalışıyorum, bu kadar zorlamaya rağmen arada bir birkaç damla göz yaşı dökülüveriyor gözlerimden. Hıçkırmamak için dudaklarımı ısırıyorum kanatırcasına, bilirsin kendi canımı acıtabilirim ben. "Sana" söz verdim bir daha yapmıcam diye... Ne demiştin, "Ben buna değmem" mi? Oysa anlamıyorsun, bazen kendi canını kendin yakmak bir başkasının yakmasından daha az acıtıyor. En azından kalbim sızlamıyor, ellerim kanarken duruyor kalbimin sızısı. Gerçi şu anki sızıyı dindirebilecek bir acı düşünemiyorum. Belki de kalbimi kanatmak bu sefer... Belki o şekilde diner bu sızı. Ama bende onu yapacak cesaret var mı?

26 Haziran 2012 Salı

Babaannem

Bugün babaannemden bahsetmek istiyorum. Kendisi 79 yaşında, şimdiye dek çoook şey yaşamış biri. O daha çocukken ölmüş annesi, babası da yeni biriyle evlenmiş. Hiç sevmemiş onu üvey annesi, bir sürü erkek kardeşinin arasında tek kız olduğu için o yapmış hep evin işini. Ayağının baltayla yaralanması da o günlere denk geliyor sanırım. O yüzden hiçbir zaman yardımsız yürüyemez babaannem. Hele son zamanlarda kemik erimesi çıktığından beri hiç...
Babaannem gelinlik yaşa geldiğinde üvey annesi onun hakkında dedikodular çıkarmış köyde, bu yüzden kimse almamış babaannemi. En son 19 yaşında dedemle evlenmiş işte. Genç yaşında prostat kanserinden ölen, hiç tanımadığım dedemle... Oysa babası o zamanlar Konya'nın büyük kısmına sahip olan, kadı torunu, sarışın mavi gözlü güzel babaannem bundan çok daha iyi bir evlilik yapabilirmiş kuşkusuz. Kendi zenginliğine, kendi güzelliğine denk bir evlilik... Ama olmamış. Dedemle mutlu oldular mı, bilmiyorum. Ama halamlar der ki dedem hep el üstünde tutarmış babaannemi, her istediğini yaparmış. İşte bu yüzden de halamlar çok acı çekmiş.
Babaannem hep tembel biriymiş. Daha genç ve sağlıklıyken bile hastayım diye otururmuş baş köşeye. Halamların okula devam edebilmesi için şart koymuş: "Benim evimin işini yapsınlar da gidebilirler okula" Halamlar daha ilkokula giderken başlamışlar ev işlerine. Yemek, temizlik, bulaşık, çamaşır; evin her işini onlar yapıyormuş. Belki de bu yüzden yaşlı ve hastayken iki halam da bakmak istemedi ona.
Sanırım babaannemden en çok annem çekmiş. Zaten geçen gün yoğun bakımda yatarken helallik istemiş babaannem annemden, "En çok sana yük oldum" demiş. Haklı da... 22 yıllık evliliklerinde hep yanlarındaydı. Daha evlenir evlenmez aynı evde yaşamaya başlamışlar. Ne zaman kalkacaklarına, ne zaman duş alacaklarına bile karışıyormuş babaannem. O zaman sağlığı da yerindeymiş tabi, az çektirmemiş anneme. Herkes der ki annemde peygamber sabrı varmış. Hem babaanneme hem de her daim agresif ve şımarık kardeşime katlanabildiği için... Evet öyledir annem, kimse onun kadar katlanamazdı bu şeylere.
Babaannem çok çekmiş. Küçüklüğünde üvey annesinden, gençliğinde kaynanasından... Ama çok da çektirmiş bu yüzden. Kızlarını nefret ettirmiş kendisinde. Üç oğlunu ise çok sevmiş. Hele en büyük iki oğlunu, iki amcamı, ailenin hayırsızları olmalarına rağmen, kaç defa aile işlerini batırmalarına rağmen, kendisini o kadar arayıp sormamalarına rağmen çok sevmiş.
Bunlar hep bana sonradan anlatılanlar. Babaannemin çektiklerini de çektirdiklerini de başkalarından duydum ben. Benim tanıdığım babaannem ise melek gibi bir insandı bana göre. Torunları arasında en çok beni sevdiği ve bunu her yerde belli ettiği içindir belki de. Görünüş olarak ona çok benzediğim için seviyor beni, çok sevdiği küçük oğlunun ilk kızı olduğum için, ailenin en başarılısı olduğum için. Evet belki diğer torunlarına haksızlıktı bu ama ben bunun farkına varana kadar çoktan yoğun bir babaanne sevgisi kök salmıştı içime.
Ve şimdi, o ölmek üzere. Bunu kesin bir şekilde bilemeyiz tabi, ne de olsa iki defa bitkisel hayata girip doktorların "artık uyanması çok düşük ihtimal" dediği anda uyandı o. Doktorun "masada kalır" dediği mide fıtığı ameliyatından kalktı o. Böbrekleri, safra kesesi olmamasına; diabeti, hipertansiyonu ve kolesterolü olmasına rağmen yaşadı o. Evet, bir poşet dolusu ilaç alıyor; evet, haftada üç kez dialize giriyor; evet, aslında sadece doktorlar sayesinde yaşıyor ama yaşıyor işte. İki hafta önce anjiyo oldu yeniden. Daha önce de olmuştu, midesine giden damarlar tıkanmıştı. Hala da tıkalı biri, diğeri ise %30 açık sadece. Neyse işte, tekrar anjiyo oldu, kalpten çıkan damarlar tıkalıymış, bypass olması gerekiyormuş. Olmazsa kalp krizinden ölür diyor doktoru. Ama olursa da kaldıramazmış vücudu. Antalya'da, Isparta'da, Ankara'da; bulabildiğimiz tüm doktorlarla konuştuk. Hepsi sözlemiş gibi aynı şeyi diyor: "Vücut vadesini doldurmuş."
Bunu duymak o kadar kötü ki... Evet biliyoruz herkes bir gün ölecek. Ama insan hiçbir zaman hazır olamıyor işte, hiçbir zaman sevdiğinden vazgeçemiyor. Sonra babaannemin kötüleştiği haberi geliyor. İstemsiz gözyaşları dökülüyor hepimizin gözlerinden. Sadece yanına gidebilmek, onu görebilmek istiyoruz. Hiçbirimizin elinden birşey gelmeyecek olsa da...
Hiçbir doktor önermiyor ameliyatı, hatta "Yerinden bile kıpırdatmayın, yormayın hastayı" diyorlar. Ama babaannem istiyor ameliyatı, ağrıları geçsin istiyor. İşte bu yüzden, ölüp giderse "Keşke ameliyatı yaptırsa mıydık, iyileşir miydi" diye düşünmemek için ameliyatı kabul ediyor babam. Tüm hastalığı boyunca babaannemle ilgilenen o olduğu için söz sahibi o bu konuda. Ankara'ya naklediyoruz babaannemi. Ameliyatı kararlaştırıyoruz, hiçbirimizin istemediği ameliyatı. Sonra beklenmedik bir şey çıkıyor, ciğerlerinde su buluyorlar babaannemin. "Zatürre" diyorlar, "ameliyatı yapamayız"
Şimdi elimizden hiçbir şey gelmiyor. Bekliyoruz sadece. Gittikçe kötüleşiyor babaannem. Gittikçe sona yaklaşıyoruz, hissediyorum. Korkuyorum; her daim hayatımda olan, derinden sevdiğim bu kadını kaybetmekten çok korkuyorum.

12 Haziran 2012 Salı

Finaller, ilişkiler ve arayışlar...

Tüm bölümlerin sınavları bitmiş, yurttaki herkes evlerine dönmüşken ben odamda yapayalnız, üzerimde final gerginliği, ilişkileri düşünüyorum. Eskiden, lisedeyken, uzun süreli ilişkiler görmeye alışık değildim. İlişkiler başlar, birkaç ay sürer biterdi benim için. Ya da ben ve çevremdekiler mi kimseye uyum sağlayamıyorduk, bilmiyorum. Sadece fark ettim ki üniversitede kimse öylesine çıkmıyor.
Çevremdeki tüm çiftler çıkmaya başladıklarından beri istikrarla bu ilişkiyi sürdürüyorlar. İşte koskoca bir yıl bitti. Uzun süreli ilişkilere, aşka inanmayan ben bile hala ilişkimi sürdürüyorum. Hem de çok aşık olarak...
Hadi aşık olanlar tamam da, aşık olmadan, sadece arzudan veya başkasını unutmak için çıkanlar neden hala ilişkilerini sürdürüyor? İşte bunu anlayamıyorum. Bir arkadaşım var, iki yıldır çıktığı sevgilisinden ayrıldı. Uzun mesafeli ilişki yürümüyor diye... Sonra da bir arayışa düştü, sevgi, ilgi arayışı; sevgili arayışı... Her gece bar, her gece yeni birileriyle tanışmak, bir süre konuşup bırakmak... Bence boşluğa düşmenin sonuçları hepsi. En sonunda da biriyle "çıkmaya" başladı. Bir ay beraber yaşayıp da sonra adını koydukları biriyle... "Ben kullanır atarım sonra senin olur" diye bahsettiği biriyle... Anlam veremiyorum, 5 ay oldu, nasıl hala birlikteler?
Bir arkadaşım daha var. Bu bana daha ilginç geliyor. 7 aydır çıkıyorlar sevgilisiyle. Bu yedi ay süresince "ayrılıcam" "onun evinden eşyalarımı almam lazım bi şekilde" laflarını ne kadar çok duydum ben bile hatırlamıyorum. Her gün ayrı bir olay... Adam kıza birşeyler fırlatır, bitmez. Yaptığı fedakarlıkları koz olarak kullanır, bitmez. Yolun ortasında bizimkine bağırır, bitmez. "Ben ailemden gizli senin evine geliyorum" dediğinde "Gelmeseydin o zaman" der, yine bitmez. En son adam kızdan ayrılır. Kız kaç aydır "ayrılıcam, ayrılıcam" diyip durduğu kişi o değilmiş gibi peşinden koşar, onu kendine geri döndürür. Olmayacağını biliyorum, yapamayacaklar böyle de. Ama elimden gelen bir şey yok, üzülmesini engelleyemem... Ailesinin boşanmasından kaynaklanan bir sevgi arayışı içinde her zaman, ben napabilirim ki...
Kendi ilişkime gelecek olursak... Ciddi ciddi ayrılmayı iki üç defa düşündüm, her düşündüğümde de karşı tarafa ilettim zaten. Onu üzüyorum, çok üzüyorum. Benim yüzümden ailesiyle arası açılıyor, dersleri kötü gidiyor. Bunları düşündüm ve ayrılmak istedim. Ama yapamadım... Sanırım mantıklısı ne olursa olsun ondan ayrılamamakmış aşk...
İlişkiler ne tuhaf öyle değil mi? Bazen merak ediyorum, aslında aradığımız, aşık olduğumuz şey "o kişi" mi, yoksa sadece aşka mi aşığız biz, sadece sevilme arayışında mıyız? Aşka aşık... O zaman "o"nun "o" olmasının ne anlamı var?

1 Şubat 2012 Çarşamba

Huzur...?

Şu ara o kadar huzurluyum ki... İstediğim herşeye sahibim şimdi. Hani o ilan-ı aşk ettiğim, benimle konuşurken başkasıyla da konuştuğunu düşündüğüm kişi var ya... Onunla 26 kasımdan beri birlikteyiz. Benimle ilgilenirken başka kimseyle konuşmamış. Ben tamamen yanlış anlamışım o durumu.
Bunlar olalı çook uzun zaman geçti tabi. Ama yazmaya hiç fırsatım olmadı, hepsi o salak internetim yüzünden! Bir türlü internete bağlanamazken nasıl anlatayım herşeyi sana? İşte o internet sorunu, sonra sınavlar sınavlar sınavlar derkeeeen, hiçbir şeyi anlatamadım. Derlerdi de inanmazdım, tıp gerçekten çok zormuş... Ben sanıyordum ki ÖSS'ye zor diyen insanların uydurmaları bunlar, ben nasıl ÖSS'ye hiç çalışmadan 2000. olduysam yine öyle çalışmadan geçerim. Ama işin aslı öyle değilmiş işte, çalışmadan olmuyormuş. Bunu da tabi mükemmel bir komite2 sınavı sonrası anca anladım, yeni kafama dank etti:D işte o yüzden çok kararlıyım, bu dönem çok iyi çalışacağım. Ne de olsa bu komiteler en zoru, full anatomi, histoloji göreceğiz, çalıışmadan hayatta olmaz, sonra hadi bakalım 15 yılda bitebilir mi bu okul:D
Neyse, huzurdan bahsediyordum... Şu ara çok huzurluyum çünkü: muhteşem giden bir ilişkim, neyse ki iyi gelen sınav sonuçlarım, en başta pek sevmesem de şimdi bayıldığım harika bir saç modelim var; uzun zaman sonrasında kuzenlerim ve eski arkadaşlarımla görüşebildim; neredeyse her gün alışverişe gidiyır, deli gibi para harcayıp muhteşem şeyler alıyorum; özlediğim ailemin yanındayım, ilgi ve sevgi görüyorum; bunlar ve bunlar gibi pek çok şey...
Tabi sevmediğim bazı durumlar da var. Bir arkadaşım vardı, hadi ona Lily diyelim çünkü bazıları onu How I Met Your Mother'daki Lily'ye benzetiyor. İşte Lily benim sınıftaki en yakın arkadaşımdı diyebilirim, en azından ben öyle sanıyordum, dışarıdan da öyle görünüyorduk. Sonra ne oldu ne bitti bilmiyorum, bir anda benden uzaklaştı kız. Artık o sınıftaki benim de arkadaşlarım olan başka iki kızla vakit geçiriyor hep, üstelik de beni hiç çağırmadan. Evet böyle yazınca çok ilkokul modunda oldu farkındayım ama öyle değil, cidden değil. Tabi ki istediği kişiyle görüşür, benimle arkadaş olmak zorunda filan değil. Benim sevmediğim şey yüz yüzeyken yine bana çok iyi davranması ama sonra herşeyi benden habersiz yapması. O diğer iki arkadaşım da öyle. Yüz yüzeyken nasıl iyiler, nasıl tatlılar bilemezsin. Ama aslında bana hiçbir şeylerini anlatmıyorlar. Hatta bir tanesi ona doğrudan doğruya sormama rağmen bana yalan söyledi sevgilisi hakkında. Anlamıyorum, madem beni kendilerine o kadar uzak görüyorlar, o zaman yüz yüzeyken o kadar iyiler? Hayır zaten benim hoşuma gitmeyen çok davranışları var, benim tarzım insanlar değillermiş, ama yine de böyle davranıılmak koyuyor insana.
Neyse ya, daha fazla bahsetmek istemiyorum bundan. Bugünlük de bu kadar yetsin hadi, zaten daha çook yazarım bundan sonra