26 Temmuz 2012 Perşembe

Bunalım

Farkettim ki çok uzun zamandır sadece kötü şeyler yazmışım buraya. Her şeyden sorun çıkarmışım kendime. Babaannem konusu hariç, o konuda üzülmemden daha doğal ne olabilir ki... Ama sevgilimle olan tüm o sorunlar... Özellikle de hepsinin sonunda yine normal mutlu halimize geri döndüğümüz için...
Bu yüzden bir karar verdim, sevgilimle olan o tartışmaların hiçbirini yazmayacağım buraya. Zaten birkaç saatten uzun sürmüyor ki hiçbiri, en herşeyin bittiği kavgamız bir gün sürmüştü. Ki o o kadar haklı bir kavgaydı ki başka bir çift olsa biterdi mutlaka ilişkileri. Güçlü bir ilişkimiz var bizim, bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Belki çok aşık olduğumuzdan, belki de başka çiftlerin aksine birbirimizi ailemiz olarak gördüğümüzden... Evet ailem o benim, kocam. Ondan başkası olmayacak hayatımda, asla bitmeyecek ilişkimiz. Aşk biter, biz farkındayız zaten bunun. Ama nasıl ki ailenden asla kopamazsın, sevmesen bile tartışsan bile mutlaka birlikte olursunuz, işte o var bizde de. Aileyiz biz, aşk bitse de aileyiz, kavga etsek de aileyiz. Ve bu hiçbir zaman da değişmeyecek.
Çok farklıyız birbirimizden, hiçbir konuda anlaşamıyoruz. Ben ak diyorum o kara, ben seviyorum o nefret ediyor. Ama birbirimizi olduğumuz halimizle seviyoruz ve birbirimiz için değişmeye çalışıyoruz her zaman. Asıl önemli olan da bu sanırım; bir adım o, bir adım ben. Gittikçe yaklaşıyoruz birbirimize. Kim bilir, belki de beş yıl içinde bir elmanın iki yarısı gibi olacağız. Aslında bir elmanın iki yarısı değil de birbirini tamamlayan iki puzzle parçasıyız biz, ayrı ayrı baktığında çok farklı birbirinden, ama yan yana getirince sihirli bir şekilde uyuyorlar birbirlerine. İşte biz oyuz, iki puzzle parçasıyız, ancak bir araya gelince anlam ifade ediyoruz şu hayatta.
Bunu temsilen bir puzzle aldım onun için; 1000 parçalık, ufak bir şey. Puzzle'ı bitirdim ve şimdi de çerçeveletip ona hediye edeceğim. Bir ressamın "Geçmiş Yazlar" diye bir eseri... Bana benziyor tablodaki kız. Belki baktıkça beni hatırlar. Aslında ikimizin resmini puzzle yaptırmak daha güzel bir hediye olabilirdi ama  iki fotofobik insan sevgili olunca ortada hiç resimleri olmuyor ki. İşte ben de o yüzden beni andıran bir kız seçtim. Madem duvarında bir kız resmi olacak, bari bana benzesin.
Doğum günüm geldi geçti, tıpkı geçen yılki gibi hiç kutlanmadan. Benim için yılın en önemli günüydü doğum günüm. Birincisi doğum günüm ikincisi yılbaşı... Artık ikisi de kutlanmıyor. Belki de artık büyüyüp bunlara önem vermeme zamanı gelmiştir kim bilir...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

yalnızlık...

Bazen kendimi hayatta inanılamayacak kadar yalnız hissediyorum. Ve şimdi de yalnızlığımı dolduran tek insan beni hiç umursamıyor. Bilmiyorum, belki de ben aşırı kıskancım, benim hayal gücüm fazla çalışıyor, çok kötü niyetliyim. Ama tamamiyle haksız olduğumu da düşünmüyorum.
Ben burada sevgilimden kilometrelerce uzağım, o benim sayemde arkadaş olduğu kız grubuyla sinemalarda, ev partilerinde... Sinemaya gittiği gün ona defalarca mesaj atmama rağmen bana ne msj attı ne bir şey... Hem de sinemaya gidememişler bile. Bundan saatler sonra haberim oluyor tabi. Üstelik de telefonu açtığındaki o mutlu sesi, o gülüşmeler... Ben her saniye onu düşünürken onun aklına gelmemişim bile.
Şimdi de onlarla evde, eğleniyorlar, beni aklına bile getirmeden... Msj atmamasına alıştım zaten. Hatta o yoldayken tavır yaparak da veda ettim ona. Ama anlamadı ya da anlamak istemedi kim bilir... Burada biriyle tartışıp çok moralim bozukken onu aradığımdaysa gülerek yastık savaşı yaptıklarını söyledi bana. Arkada kız çığlıkları... Yastık savaşı ya yastık savaşı!! Amerikan filmlerinin klasik sevişme öncesi sahnesi, filmlerdeki tüm erkeklerin hayali... Evet tamam abartıyorum. Ama dediğim gibi; tamamiyle haksız olduğumu da düşünmüyorum.
O kadar moralim bozuldu ki o an... Oysa o anlamadı. Tavır yapıp kapatalım dediğimde de kapattı hemen. Bir süre sonra onu tekrar aradım, neye kırıldığımı anlatmak için. Ama konuşamadım bile. "Arkadaşlarımız" geldi, telefonu kapatmasını söylediler ve o da kapattı. Kırgın olduğum apaçık belli olduğu halde kapattı.
Şimdi de yiyemediğim bir yemeğin bulaşıklarını toplamak için kaldırılıyorum yerimden. Zaten günlerdir yiyemiyorum ki yemek. Her zaman benim yiyemeyeceğim yemekler yapılıyor. İnadına yapar gibi... Ne zaman buraya, köye, gelsek çok, çok kötü zaman geçiriyorum. Benim yiyebileceğim yemeklerin, yapmayı sevdiğim şeylerin en umursanmadığı yer burası. Et sevmediğimi, ciğeri ağzıma bile sürmediğimi, pişmiş domates, maydanoz, köy sütü, köy yoğurdu, hiçbirini yemediğimi ve asla yemeyeceğimi; iğrenç böceklerle dolu o lanet olası dağa çıkmayı sevmediğimi, hakkımdaki her şeyi en boş verdikleri; aç kalmama, mutsuz olmama en üzülmedikleri yer... Buradan da, burada olmak zorunda olmamdan da nefret ediyorum!
Ve şimdi hayatta en değer verdiğim insan da umursamıyor beni. Oysa o kadar mutsuzum ki son zamanlarda... O kadar iyi olurdu ki hayatımda bana destek olabilecek biri... Ama yok. Hayatta beni gerçekten umursayan değer veren kimse yok... Bunun yokluğunu o kadar derinden hissediyorum ki son zamanlarda. Sevilmediğimi, umursanmadığımı o kadar çok hissediyorum ki...
Birkaç gün içinde evime gideceğim. Yıllardır babaannemle yaşadığımız eve... Onun yokluğunu o kadar güçlü bir şekilde hissedeceğim ki orada... Onu çok özlüyorum. Kimseye belli edemiyorum ama onu çok özlüyorum. Onu bir daha göremeyeceğimi, bir daha öpemeyeceğimi düşündükçe kahroluyorum.
Keşke birileriyle paylaşabilseydim acımı. Birilerinin omzuna yaslanıp ağlayabilseydim doyasıya. Bunu yapabileceğimi düşündüğüm tek insanı da kaybettim çünkü biraz önce....


NOT: İnsanların neden üzgün olduğumu, neden ağladığımı sormalarından nefret ediyorum. Ve hemen "Sevgilinle kavga mı ettiniz?" diye düşünmelerinden de nefret ediyorum. Benim babaannem öldü! Ağlamak için, mutsuz olmak için bir başka sebebe ihtiyacım yok ki. Bir tek babaannem için ağlıyorum ben. Bunu söyleyenlerse halamın, teyzemin kızları. Kimi bir gün önce cenazede ağlama krizlerine girdiği halde söylüyor bunu, kimi uzaktan bakarak... Bu kadar kolay mı onlar için babaannemi unutmak? Oysa her an aklımda babaannem benim. Eski resimlerimize bakıyorum, anılarımızı canlandırıyorum kafamda. Her an aklımda... Belki de bundan sonra zihnimin bir kısmında hep onunla yaşayacağım.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

iyi olmaya çalışıyorum...

Babaannemin nasılsın sorusuna verdiği klasik cevaptır bu: "İyi olmaya çalışıyorum" Kimin sorduğuna göre sonuna oğlum, kızım, halam gibi ekler alır ama bu cümle yıllardır hiç değişmedi. Yıllardır hiç iyi olamadı ki babaannem. Sürekli hastalıklar, ameliyatlar, bitkisel hayatlar... Yıllardır kurtulamadı ki bir türlü...
Ama şimdi hastalıkla geçen onca yılın ardından en sonunda kurtuldu babaannem. En azından ben öyle düşünmeye çalışıyorum. Yoksa hayatımın en büyük parçalarından birini kaybettiğimi nasıl kabullenebilirim? Bir parçam hala inanamıyor babaannemin gittiğine. Bir parçamsa ölmüş gibi hissediyorum...
Ağlayabilseydim rahatlardım belki ama haberi aldığımdan beri hep tuttum kendimi. Kardeşimin yanında ağlamamalıyım diye, ben ablayım güçlü olmalıyım diye, evde herkes çok kötü ben sakin olmaıyım, mantıklı olmalıyım diye... Günlerdir o kadar çok misafir var ki, her yer o kadar kalabalık ve bunaltıcı ki... Ağlayacak hiçbir yerim yok. Bir ara mutfağı boş bulmuştum, doya doya ağlayabilmek için oraya gitmiştim. Ama uzun sürmedi bu boşluk, bir dakika içinde geldi yine birileri.
Cenazede o kadar kötüydü ki... "Hakkınızı helal ediyor musunuz?" sorusuyla birlikte kim görüyor diye düşünmeden deli gibi ağlamaya başladım. Teyzem yanıma gelip sarıldı bana teselli etmek için. Ama o an beni teselli edebilecek hiçbir şey yoktu, olamazdı.
Normalde bizde kadınlar defin sırasında orada bulunmazlar. Ama biz kuralları umursamıyorduk o an, en sevdiği torunları, biz... Gittik, herkesin önüne geçerek izledik babaannemin defnedilişini. Biz de toprak attık babaannemin üstüne. Babaannem yıkanırken su dökmemize izin vermedi ailelerimiz, onun yerine biz de toprak attık. Babam babaannemi öyle hatırlamamam için çok ısrar etti. kendisinin de bu yüzden görmediğini söyledi. Şimdi hak veriyorum ona, babaannemi öyle hatırlamamalıyım. En son gördüğüm haliyle hatırlamalıyım: Bembeyaz teni ve maviş gözleriyle beni öpüyor, "Senin kokun bana bir başka kokuyor nedeniki" diyor, sonra da "Hoşçakalın" diyerek ameliyata gidiyor yanımızdan, bir daha gelmemek üzere....

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Ameliyat

Perşembe günü saat 10'da ameliyata girdi babaannem. Biz o sabah 3.30'da kalkıp 5 otobüsüyle gittik Ankara'ya. Ben, annem, babam ve halamlar... Yoğun bakıma almıyorlar kimseyi normalde. Ama ameliyata hazırlanmasına yardım etmesi için birini çağırdılar içeriden. Küçük halam girdi içeri. 15 dakika sonra gittim sordum hemşireye "Halam çıksa da ben girsem olur mu" diye. Ameliyata giderken koridorda görürmüşüz öyle dedi hemşire. Sadece bir dakika görebildik babaannemi koridorda. Bir dakika... Ölme riski bu kadar çok olan bir ameliyat öncesi sadece bir dakika... O bir dakikada da hepimizi öpmek için tutturdu. Aslında öpmememiz lazım, biliyoruz ama o durumdaki birine kim hayır diyebilir ki... Hepimizi tek tek, koklaya koklaya öptü; vedalaştı bizimle. Ve götürdüler onu yanımızdan.
Sonrasında bekleyiş... 2'de bitmesi gereken ameliyat için 6'ya kadar süren; uykusuz, habersiz, gergin bir bekleyiş... Ameliyathaneyi defalarca arasak da alamadığımız bilgiler... Ameliyat sonrasında doktorun ayaküstü, geçiştirircesine yaptığı açıklama... İlgisiz... Özensiz...
O dört saatte hepimiz içten içe öldük oysa. Haber gelmedikçe daha çok korktuk. Hep korktuk. Sadece korktuk. Elimizden bir şey gelmeden, yalnızca korktuk. "Ben dört dörtlük yaptım ameliyatı" dedi doktor. Kendini beğenmiş bulduğum için sevmediğim, ameliyat konusundaki ısrarına çok kızdığım sayın meslektaşım... Gerçekten umurunda mıydı babaannem? Hiç sanmıyorum. Ölsün ya da ölmesin, o "dört dörtlük" yaptı ya ameliyatı...
Birkaç gün uyuyacağını söylediler babaannemin, kimseyi almayacaklarmış yanına. Biz de böylece 9 hızlı treniyle yola çıktık. Saat 10.30 oldu. Babamın telefonu çaldı. "Kalp yetmezliği" dedi doktor. Daha ilgili, daha sıcak olan bir başka doktor... "Ameliyata alıyoruz tekrar" dediler, cihaza bağlayacaklarmış, bize haber verirlermiş. miş... miş... miş...
O sırada yapılan bir duyuru "Yaşadığımız geçici arızadan dolayı varışımız gecikecektir. Sabrınız için teşekkür ederiz." Bir yanda babaannemin kötüleşmesi, bir yanda trenin arızası, durduk öylece... Tepkisiz... Babam dışarıyı seyretti boş bakışlarla. Babaannem ameliyata girdiğinden beri değişmedi zaten bakışları. Aklı hep başka bir yerde gibi boş bakıyor etrafa. Bakıyor ama görmüyor. Görüyor ama tepki vermiyor. Sadece yaşıyor. Biraz da benim gibi...
Trenin arızası çok uzun sürmedi, 15-20 dakika sonra harekete geçti tekrar. Babaannemden ise geç saate kadar haber gelmedi.
Biz vardık kendi şehrimize, bindik arabaya gittik babaannemin evine. Işıklar kapalıydı. Babamlar ön bahçeye geçip oturdular karanlıkta. Ben ön bahçeyle arka bahçeyi birleştiren, kapının yanındaki o küçük alanda durdum biraz. Arka bahçeden bir rüzgar esti. Fısıltılar taşıdı bana rüzgar. Yerde sürünen ayak sesleri taşıdı. Ürperip bir adım uzaklaştım arka bahçeden, sırtımı oraya verdim. Durdu rüzgar, sesler... Sonra tekrar başladı daha sert bir şekilde. Fısıltılar arttı, birileri ayağını sürüyerek yaklaşıyordu yanıma. Göz ucuyla yan tarafımda, yerde siyah bir şey gördüm. Bir adım daha uzaklaşırken yan döndüm görebilmek için. Hiçbir şey yoktu yerde. Tekrar yan tarafımda gördüm onu, tekrar döndüm. Yine bir şey yoktu. Rüzgar iyice artmıştı, sesler de... Tehdide boyun eğip ön bahçeye gittim hızlıca.
Tüm o sesler gerçekten var mıydı yoksa içinde bulunduğum durumda ben mi hayal etmiştim onları, bilemiyorum. Ama o an için, o gerçeklikte, hepsini duydum o seslerin. Bana bir ölüm haberi gibi geldi sesler, babaannemin ölüm haberi gibi... Oysa ölmedi babaannem. Ölümle hayat arasındaki o ince çizgide kararsız bir biçimde duruyor hala. Bir gitmeye karar veriyor bir kalmaya, bir ölsem de kurtulsam diyor bir korkuyor ölmeye... Bakalım son kararı ne olacak? Veya onun karar vermesini bekleyecek mi kader?

1 Temmuz 2012 Pazar

Acı...

Beni o kadar kırdın ki... Beni değil de başkalarını düşünmeye karar vererek beni o kadar kırdın ki.... "Sen" ki  benden başka kimseye bakamayacağını, kimseyi düşünemeyeceğini söylerdin. Benim, hep benim, yalnızca benim olduğunu söylerdin. Misilleme mi bu bilmiyorum, benim canını acıtmama misilleme mi?
Hala sadece "seninle" konuşabiliyorum derdimi, hala sadece "sen" varsın hayatımda, arkadaşım olarak da sırdaşım olarak da... O yüzden şimdi de "sana" yazıyorum yine hissettiklerimi. Ve fark ettim ki "sana" yazmak iyi geliyor bana. Sanki "seninle" gerçekten konuşabiliyormuşum gibi hissediyorum. "Sen" yanımda olmasan da yanımdaymışsın gibi hissediyorum. Bir de sarılabileceğim vücudun olsa yanımda, başımı yaslayabileceğim omzun, doyasıya içime çekecebileceğim kokun olsa... Ah işte bunu ne çok isterdim bilemezsin.
Dün gece uyumadan önce "seni" yanımda hayal ettim yine, aklıma hep "senin" gözlerimin için bakışların, gülüşlerin, ellerimi tutuşların, sarılışların, öpüşlerin geldi. Gözyaşlarım akmaya başladılar yine, içimi çeke çeke ağladım sessizce. Kimse duymasın, kimse bilmesin diye sessizce. Kuzenim sordu iyi misin diye, iyiyim dedim. Belli etmedim kimseye derdimi, "senden" başka kimseye belli etmedim. Bir tek "sen" varsın hayatımda, var olan tüm başlıklar için tek karşılık "sen". Peki ya "seni" sonsuza dek kaybedersen napıcam?
Şimdi yalnızım evde; kendimle, içimdeki "senle" başbaşa, yalnızım... Ve doyasıya ağlayabiliyorum "senin için"; doyasıya, hıçkıra hıçkıra ağlayabiliyorum. "Seni" çok özlüyorum. Tatilin başından beri özlüyorum zaten "seni", varlığını. Ama şimdi davranışlarını da özlüyorum; ilgili, aşık davranışlarını. Beni çok sevmeni, sadece beni düşünmeni özlüyorum. Bu soğukluk, bu... Canımı yakıyor, çok canımı yakıyor. Başkalarını düşünmeyi tercih etmen çok acıtıyor.