21 Ağustos 2013 Çarşamba

İstanbuuul:)

Bu yaz yaptığım en güzel şeyden bahsetmek istiyorum biraz da. Bu tabi ki çalışmak değil:) Çalışma hayatımı da anlatacağım bir gün, ama şimdi değil. Çalışmaya başlamadan önce İstanbul’a gittim bir haftalığına. Orada yaşayan bir kuzenim var. Dört yıldır orada yaşıyor, hatta orada evlendi ama biz daha hiç ailecek gitmedik onun yanına. Dört yılın ardından annem “Bu yaz İstanbul’a gidiyoruz” sözünü tuttu ve annem, kardeşim, ben atladık otobüse; ver elini İstanbul:) Şimdiden uyarıyım bu yazı biraz fotoğraf galerisi gibi olacak. Bunu sevgilime resimleri göstermek için bir bahane olarak kullanıyorum da bir yandan da:)
Annem üniversiteyi İstanbul’da okumuş, o yüzden o biraz biliyor İstanbul’u, yani 23 yıl öncesini:D Gerçi bazı yerlerin çok değişmediğini söyleyebiliriz.. Ben İstanbul’a birkaç defa gittim, hiçbirinde uzun süre kalıp gezme fırsatım olmadı. Kardeşim daha önce gezdi ama 6 yaşındaydı, hatırlamıyor hiçbir şey. O yüzden bunu bizim İstanbul’a ilk gelişimiz sayabiliriz, dolayısıyla en önemli tarihi yerleri gezmeye karar verdik:)
Gece otobüsüyle gittik İstanbul’a, 9 gibi oradaydık. Kuzenim bizi otogardan aldı ve bana göre “taa cehennemin dibindeki” evine gittik. Kuzenim, eşi ve köpekleri Mati:) Yavrum, kendisi çok şeker de yeni gelen herkesin üzerine atlayıp düşürmeye çalışmasa daha iyi olacak:) Bir de geçen gelişimde böyle üzerime atlamışken işediği için kendisine hafiften uyuz olmuyor değilim:D Resimdeki kardeşim, hem dış görünüş hem kişilik olarak benim tam zıttım diyebiliriz:) Mati ilk üzerine atıldı, bizimki firar:) Bu resimde alışmaya çalışıyor onun yanında olmaya. Mati iyi, güzel, hoş da ben bir köpekle aynı evin içinde yaşamaktan cidden çok rahatsız oldum. Geçen gelişimde bu kadar batmamıştı da şimdi uzun süre kalınca mı böyle oldu bilmiyorum. Bir kere evin her yerine köpek kokusu sinmişti, çok rahatsız edici. Bir-iki günden sonra boğazımda daimi bir yumru oluştu, sürekli öksürüyordum. Bir de o salak hayvan her sabah yatağıma çıkmaya çalışıyordu, yalıyordu filan. Kısacası İstanbul’dan ayrılmanın en güzel tarafı Mati’den uzaklaşmak:)
İlk gün Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan Sarnıcı’na filan gidelim dedik ama şansımıza Ayasofya kapalıydı. Sultanahmet’e de bizim vaktimiz kalmadı:) Topkapı Sarayı’na bir girdin mi çıkamıyorsun zaten. Devasa bir alan ama nedense insanların bir zamanlar orada yaşadığını düşünemiyorum. Harabe gibi, bir de her yer açık, nasıl ısınıyorlardı o zaman ya? Yani bana pek “saray” izlenimi vermedi Dolmabahçe’nin aksine, ki onu da birazdan anlatacağım.
İçindekilere gelince… “Oha” olmamak mümkün mü? O zamanlar yolda çakıl yerine zümrüt, yakut mu vardı anlamadım ki arkadaş! Bulabildikleri her şeyi değerli taşlarla doldurmuşlar. Tabi ki Kaşıkçı Elması hala oradaki en gösterişli şey ama diğerlerinin de ondan geri kalır yanı yoktu. Tamamı değerli taşlarla kaplı bir kalem ve mürekkep hokkası vardı mesela, bir onun resmini çekemediğime yanarım bir de Kaşıkçı Elması’nın. Bir de Kaşıkçı Elması’nın bir süre yüzük olarak takıldığı yazıyordu, onu takan eli bir görebilir miyim? Gerçi oradaki kıyafetleri gördüğüm için Osmanlı padişahlarının Hagrid gibi yarı-dev olduğunu düşünmeye başladım. Bir kere bir kıyafetin kol boyu bir metreden fazla olabilir mi? Genişliklerinden bahsetmiyorum bile. Obezite üst sınırını aşmış olmaları lazım onu doldurabilmeleri için. O kadar kiloları varsa savaşmayı geçtim nasıl yürüyebiliyordu bu padişahlar ya? Kısacası Topkapı’da bir sürü soru işareti oluştu aklımda. Bu arada saatlerin sergilendiği oda vardı ya hani, Fransız saatleri mükemmel değil miydi?! Ne kadar uğraşmış adamlar ya alt tarafı zamanı gösterecek bir şey için. Bizimkilerin saatleri de o kadar basit ki utandım resmen. Gerçi ben cep saatlerinin ayrı bir havası olduğunu düşünmüşümdür her zaman ama yanlarında şato şeklinde, işlemeli, devasa bir saat olunca resmen ezik duruyorlardı.
Sarayı gezdikten sonra Harem kısmına girdik ama merak ediyorum niye Harem’de müzekart geçmiyor? Bir de şimdi o kadar haremle ilgili dizi var, haremi görmeden olmaz:D Ama tabi ki o da beklediğim kadar gösterişli değildi. Tamam gösterişli kısımları da vardı ama belki de bundan kaç yüzyıl öncesinden bahsettiğimiz için bana o kadar gösterişli gelmedi. Bir de şeyi fark ettim, resmen mimarimiz berbat. Ya içini full altınla da doldursan dıştan da güzel görünmesi gerekmez mi? Yok arkadaş, hepsi dışarıdan dümdüz görünüyor. Yine yüzyıl farkı mı yoksa Türkler mi mimaride iyi değildi merak ediyorum.



Topkapı Sarayı’ndan ennnn sonunda çıktığımızda da ara sokaklardan yürüyerek Yerebatan Sarnıcı’nın oraya çıktık. Bu arada orada bir ev vardı (Şekil.a’da gördüğünüz ev:D ), bayıldım:) Zaten o sokaktaki evlerin hepsi çok güzeldi, tam benim beğendiğim eski zaman evleri. Ama şu çiçeklere bakın, arkadaşlarınıza “Burası benim evim” dediğinizi düşünebiliyor musunuz? Çok, çok güzel…




Neyse işte Yerebatan Sarnıcı’na girdik. Orası çok ilginç, insanların o işlemeli sütunları, Medusa başını filan sadece suyu saklamak için yaptıklarını düşünemiyorum. Bu arada Medusa filmlerde filan çok daha farklı gösteriliyor, bu taştaki işleme bana ne öyle aman aman güzel ne de öyle aman aman korkutucu geldi. Orada para atıp dilek dilediğin bir alan vardı, tabi ki hiç kaçırmadım, hemen diledim dileğimi:) “Birileri” biliyor zaten o dileği:) Oradan çıktıktan sonra yürüdük biraz, Sultanahmet köftecisine girip köfte-piyaz yedik. İstanbul’daki piyaz benim şehrimdekinden farklı yalnız baya (Şehrimi söylemiyorum ama bilen bilir, köfte-piyazı da meşhurdur benim şehrimin:) ) . Ben bizimkini daha çok seviyorum açıkçası, bu boş geldi biraz bana. Neyse, zevkler ve renkler… :)
İkinci gün hani şu doğum günümde kendisine hediye götürdüğüm kuzenim geldi İstanbul’a, İstanbul’daki kuzenimin kardeşi olur kendisi. O gelince tarihi yerlere ara verdik ve Taksim’e gittik. Biz orada kuzenimle tüm evlere bayılıyoruz tabi, hayal kuruyoruz “Şu evi alalım” “Şu evi de alalım, balkonları çok güzel” “Hadi şunu da alalım” filan diye:D Taksim gezisi eğlenceliydi yani bizim için. Ama tam şu “malum olayların” olduğu zamanlardı, 7’de toplanılacağını görmüştük zaten Facebook’tan. Etrafta polisler filan vardı bir sürü, çok durmadık, millet toplanmaya başlarken ayrıldık oradan. Tünelin ilerisinde bir pizzacıya gittik, mükemmel pizzaları vardı, tıka basa yedik:) Taksime kendi bir kiloluk fotoğraf makinemi götürmeye üşendiğim için orada çok fotoğraf çekmedim, yani en azından “oradaydım” fotoğrafları dışında çok bir şey çekmedim. Oradan sevgilime şirin bir hediye aldım. Özellikle Taksim’den aldım çünkü birlikte İstanbul’a gittiğimizde de oraya gitmiştik, bizim anılarımızla ilgili bir şey olsun istedim:)


Akşam annemi evde bıraktık, Yeşilköy sahilinin oraya yürüyüşe gittik. Saat 9 filandı ama hala bir sürü kişi vardı suda. Ki “Burada denize girmek tehlikeli ve yasaktır” yazan kocaman tabelanın orada yüzüyorlardı. Hayır tehlikeli olmasını geçtim pis orası ya, yüzülmez orada:s Neyse yürüdük işte baya, Mati için de iyi oldu, başka köpeklerle oynadı filan. Bu sırada o gece ay da çok büyük, turuncu ve çok aşağıdaydı. Ben de hemen fotoğrafını çektim, zaten makineyi aldığımdan beri bunu yapmayı planlıyordum: D


Üçüncü gün Dolmabahçe Sarayı’na gittik. Bizim evden çıkıp merkezi yerlere varmamız öğlen 3’ü bulduğundan sadece selamlığı gezecek vaktimiz vardı. Bu arada Dolmabahçe’de rehberle gezilmesi ne kadar güzel. Keşke Topkapı’da da öyle bir şey olsaydı. Zaten kaybola kaybola geziyorsun, rehber şart oraya. Neyse, Dolmabahçe’ye aşık oldum!! Hem dışı, hem içindeki eşyalar ne kadar güzeldi. Saray yani, her yerinden belli işte. Ben böyle her odayı, her eşyayı, duvardaki her tabloyu inceleye inceleye gidiyorum; o yüzden en geride biz kaldık hep:) Beni bıraksalar; ben her eşyaya dokunarak; yaşanmışlıkları, anıları hissederek kalsam orada yıllarca. Kütüphanesini de çok sevdim, oradaki her kitabı incelemek, hepsine dokunmak isterdim. Tarihi seviyorum, antika eşyaları seviyorum. Bir zamanlar o kadar önemli insanların dolaştığı yerlerde olmayı seviyorum. Dolmabahçe bana bunu çok derinden hissettirdi. Belki de o yüzden çok, çok sevdim Dolmabahçe’yi. Bir sonraki gelişimde tekrar gezmek isterim hatta.
Dolmabahçe’den çıktıktan sonra bir süre orada deniz kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Sonra Ortaköy’e gittik. Ara sokaklarda yürüdük, takıcılara baktık. Ortaköy şirin bir yer. Çok tatlı cafe’ler de vardı orada gözüme çarpan. Ama onlara oturmadık, yan yana duran kumpircilerden birinden (6 numaradaaan:) ) kumpir alıp oradaki banklara oturduk yedik. Kuzenimin arkadaşı vardı yanımızda, o önceki gelişinde birkaç farklı kumpirciden denemiş, en güzelinin 6 numara olduğunu söyledi. Gideceklere duyurulur:D Kumpir devasaydı ama ben önce kendiminkini bitirip sonra da kuzeniminkinin yarısını yedim:D Bazen kendimi ayı gibi hissediyorum. Zaten iş arkadaşlarımdan biri de geçenlerde “Tüm gün hayvan gibi yiyorsun, nerene gidiyor anlamıyorum ki” filan dedi, sinirimi bozdu:/
Ortaköy’den sonra boğaz kenarında bir restorana gittik. Ben tatlı bir şeyler yedim. Kumpir yemeyen kardeşim de yemek yedi. Mekan güzeldi, manzarası da öyle. Fiyatlar da buna karşın çok uygundu. Yani en azından benim kendi şehrimde genelde gittiğim mekanlardan fiyat olarak bir farkı yoktu. Boğaz kenarında bir şeyler yemek sanki çok pahalıymış gibi lanse ediliyor ya genelde, o yüzden şaşırdım biraz. Burada da Anadolu yakasındaki evleri inceledik kuzenimle. Kesinlikle söyleyebilirim ki Anadolu yakası çok daha güzel. Avrupa yakası gökdelenlerle dolu bir gri yığınken Anadolu yakası yeşillikler içinde şirin evleriyle çok daha çekici.

Dördüncü gün Büyükada’ya gidecektik sabah. Ama tabi ki yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar kaçırdık vapuru:/ Biz de orada deniz kenarında belediyenin mekanı vardı, oraya oturduk. Manzarası cidden güzeldi ve fiyatları çok uygundu. Kahvaltımızı da orada yapmış olduk işte bahaneyle:)
Sonraki vapura bindik; ben böyle elimde fotoğraf makinesi, gördüğüm her şeyi, özellikle de kuşları, çekiyorum filan. Sonra nolduuu, fotoğraf makinesinin şarjı bitti! Bir şey çekemediğim halde tüm gün o bir kiloluk makineyi taşıdım yanımda:/ Kuzenimin küçük bir kompakt makinesi vardı, onu kullandım artık o gün. Bu arada hayatımda ilk defa martıları bu kadar yakından gördüm, resmen vapurun içine gireceklerdi. Öyle sevimli kuşlar değiller ama bir havaları var sanki değil mi? Simit alıp onlara attık tabi ki, klişeleri kaçırmayalım dedik:D

Büyükada’ya vardık, başladık yürümeye. Yürü Allah yürü, bitmiyor arkadaş o yol! Bende de anemi var, biraz da astım başlangıcı, 10 dakikaya bir mola vere vere tırmandık yani tepeye. Annem en tepeye kadar çıkmadı bizimle, hanımefendinin ayağında topuklular, yürüyemedi tabi:D  Biz tepeye çıktık, orada oturduk, bir şeyler içip çekirdek çitledik filan. Bu arada yan masamızda da “şu” kuş, hiç insanlardan çekinmeden orada durup yan masanın salatasından yedi:D Manzara çok güzeldi en tepede, o kadar yürümeye değdi diyebiliriz:) Sonra tekrar indik aşağı, orada yan yana 10-15 tane takıcı vardı, küçük kuzenim bana oradan bir bileklik aldı hediye olarak:)
Beşinci gün ilk gün gezemediğimiz Ayasofya ve Sultanahmet’e gittik. Ayasofya’yı çok beğendim. Orada bol bol fotoğraf çekindik yine. Ayasofyanın kilise günlerinden kalma şeyler cami günlerinden kalma şeylerden çok daha güzeldi bence. Çoğu duvarlardaki Meryem, İsa, Cebrail ve çeşitli kral ve kraliçelerin mozaikleri mesela. Onları çok beğendim. Bunların yanında cami günlerinden kalma şeyler sönük kalıyordu. Gerçi onlar her camide olduğu; bu mozaikler ise bizim kültürümüze yabancı, daha farklı, daha ilginç olduğu için olabilir bu düşüncem. Neyse ne, Ayasofya güzeldi. Bir de “şu” kapılardaki, duvarlardaki kabartmalar vardı, onları çok beğendim. Acaba insanlar ne düşünerek yaptılar onları? Mutlaka bir anlamları vardır, araştırmak gerek aslında. Sonuçta o zamanlar böyle şeyler sadece süs olsun diye değil inanışlardan dolayı yapılıyordur. Değil mi?

Ayasofya’dan çıkınca Sultanahmet’e gittik. İçine bir tek ben girdim; kuzenlerim ve annem zaten girmişti içine, kardeşiminse hiç ilgisini çekmiyordu böyle kültürel şeyler. Zaten kendisi bir hafta boyunca mızmızlanıp durdu. Dolmabahçe’de, Topkapı’da, Yerebatan Sarnıcı’nda, hepsini burnumuzdan getirdi biraz. Neyse, Sultanahmet’in ilginç bir aurası var. Huzur verici... İnsan etkileniyor ister istemez. Girip gezdiğim için mutluyum yani.


Oradan çıktıktan sonra otoparka kadar yürürken birkaç dikilitaş gördüm; her türlü tarihi şeye bayıldığım için gittim hemen yanına, yazıyı okudum, resim çektim, kabartmaları inceledim. Keşke o kabartmalarda ne yazdığını anlayabilsem… Bu konuda seminerler filan var mıdır ki, katılsam, öğrensem eski dilleri. Gerçi hani güncel dillerden hangisini biliyorum o da var ama ne biliyim, bunlar çok anlamlı, çok güzel geliyorlar bana.


Altıncı gün İstanbul’daki son günümüzdü. Pazara gittik, gezdik, gezdik, gezdik, gezdik… Hatta o kadar çok gezdik ki biz çıkmadan önce pazarın yarısı toplanıp gitmişti bile:D Dedik ki pazarı bile kapattık da gidiyoruz:D Çünkü bu beş günün hepsinde akşam eve dönerken mutlaka bir alışveriş merkezine uğradık ve hepsinde biz çıkmadan önce mağazalar kapanmaya başlamıştı:D İstanbul’da da alışverişin dibine vurdum yani yine:D

O akşam yine gece otobüsüne bindik, döndük evimize. İstanbul maceramız da bu şekilde bitti. Bu arada yine kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar otobüs saatini kaçırdığımızı söylemiş miydim? Adamları arayıp yalvar yakar 10 dakika beklettirdik otobüsü, elimizde valizler son sürat koştuk otogarda filan. Komiğiz ya:D İstanbul maceramızın bitişi de maceranın kendisi gibi oldu yani, gecikmeli ve komik:)








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder