Bu yaz yaptığım en güzel şeyden bahsetmek istiyorum biraz
da. Bu tabi ki çalışmak değil:) Çalışma hayatımı da anlatacağım bir gün, ama
şimdi değil. Çalışmaya başlamadan önce İstanbul’a gittim bir haftalığına. Orada
yaşayan bir kuzenim var. Dört yıldır orada yaşıyor, hatta orada evlendi ama biz
daha hiç ailecek gitmedik onun yanına. Dört yılın ardından annem “Bu yaz
İstanbul’a gidiyoruz” sözünü tuttu ve annem, kardeşim, ben atladık otobüse; ver
elini İstanbul:) Şimdiden uyarıyım bu yazı biraz fotoğraf galerisi gibi olacak.
Bunu sevgilime resimleri göstermek için bir bahane olarak kullanıyorum da bir
yandan da:)
Annem üniversiteyi İstanbul’da okumuş, o yüzden o biraz
biliyor İstanbul’u, yani 23 yıl öncesini:D Gerçi bazı yerlerin çok
değişmediğini söyleyebiliriz.. Ben İstanbul’a birkaç defa gittim, hiçbirinde
uzun süre kalıp gezme fırsatım olmadı. Kardeşim daha önce gezdi ama 6
yaşındaydı, hatırlamıyor hiçbir şey. O yüzden bunu bizim İstanbul’a ilk
gelişimiz sayabiliriz, dolayısıyla en önemli tarihi yerleri gezmeye karar
verdik:)
Gece otobüsüyle gittik İstanbul’a, 9 gibi oradaydık. Kuzenim
bizi otogardan aldı ve bana göre “taa cehennemin dibindeki” evine gittik.
Kuzenim, eşi ve köpekleri Mati:) Yavrum, kendisi çok şeker de yeni gelen
herkesin üzerine atlayıp düşürmeye çalışmasa daha iyi olacak:) Bir de geçen
gelişimde böyle üzerime atlamışken işediği için kendisine hafiften uyuz olmuyor
değilim:D Resimdeki kardeşim, hem dış görünüş hem kişilik olarak benim tam
zıttım diyebiliriz:) Mati ilk üzerine atıldı, bizimki firar:) Bu resimde
alışmaya çalışıyor onun yanında olmaya. Mati iyi, güzel, hoş da ben bir köpekle
aynı evin içinde yaşamaktan cidden çok rahatsız oldum. Geçen gelişimde bu kadar
batmamıştı da şimdi uzun süre kalınca mı böyle oldu bilmiyorum. Bir kere evin
her yerine köpek kokusu sinmişti, çok rahatsız edici. Bir-iki günden sonra
boğazımda daimi bir yumru oluştu, sürekli öksürüyordum. Bir de o salak hayvan
her sabah yatağıma çıkmaya çalışıyordu, yalıyordu filan. Kısacası İstanbul’dan
ayrılmanın en güzel tarafı Mati’den uzaklaşmak:)
İlk gün Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultanahmet, Yerebatan
Sarnıcı’na filan gidelim dedik ama şansımıza Ayasofya kapalıydı. Sultanahmet’e
de bizim vaktimiz kalmadı:) Topkapı Sarayı’na bir girdin mi çıkamıyorsun zaten.
Devasa bir alan ama nedense insanların bir zamanlar orada yaşadığını
düşünemiyorum. Harabe gibi, bir de her yer açık, nasıl ısınıyorlardı o zaman
ya? Yani bana pek “saray” izlenimi vermedi Dolmabahçe’nin aksine, ki onu da
birazdan anlatacağım.
İçindekilere gelince… “Oha” olmamak mümkün mü? O zamanlar
yolda çakıl yerine zümrüt, yakut mu vardı anlamadım ki arkadaş! Bulabildikleri
her şeyi değerli taşlarla doldurmuşlar. Tabi ki Kaşıkçı Elması hala oradaki en
gösterişli şey ama diğerlerinin de ondan geri kalır yanı yoktu. Tamamı değerli
taşlarla kaplı bir kalem ve mürekkep hokkası vardı mesela, bir onun resmini çekemediğime
yanarım bir de Kaşıkçı Elması’nın. Bir de Kaşıkçı Elması’nın bir süre yüzük
olarak takıldığı yazıyordu, onu takan eli bir görebilir miyim? Gerçi oradaki
kıyafetleri gördüğüm için Osmanlı padişahlarının Hagrid gibi yarı-dev olduğunu
düşünmeye başladım. Bir kere bir kıyafetin kol boyu bir metreden fazla olabilir
mi? Genişliklerinden bahsetmiyorum bile. Obezite üst sınırını aşmış olmaları
lazım onu doldurabilmeleri için. O kadar kiloları varsa savaşmayı geçtim nasıl
yürüyebiliyordu bu padişahlar ya? Kısacası Topkapı’da bir sürü soru işareti
oluştu aklımda. Bu arada saatlerin sergilendiği oda vardı ya hani, Fransız
saatleri mükemmel değil miydi?! Ne kadar uğraşmış adamlar ya alt tarafı zamanı
gösterecek bir şey için. Bizimkilerin saatleri de o kadar basit ki utandım
resmen. Gerçi ben cep saatlerinin ayrı bir havası olduğunu düşünmüşümdür her
zaman ama yanlarında şato şeklinde, işlemeli, devasa bir saat olunca resmen
ezik duruyorlardı.
Sarayı gezdikten sonra Harem kısmına girdik ama merak
ediyorum niye Harem’de müzekart geçmiyor? Bir de şimdi o kadar haremle ilgili
dizi var, haremi görmeden olmaz:D Ama tabi ki o da beklediğim kadar gösterişli
değildi. Tamam gösterişli kısımları da vardı ama belki de bundan kaç yüzyıl
öncesinden bahsettiğimiz için bana o kadar gösterişli gelmedi. Bir de şeyi fark
ettim, resmen mimarimiz berbat. Ya içini full altınla da doldursan dıştan da
güzel görünmesi gerekmez mi? Yok arkadaş, hepsi dışarıdan dümdüz görünüyor.
Yine yüzyıl farkı mı yoksa Türkler mi mimaride iyi değildi merak ediyorum.
Topkapı Sarayı’ndan ennnn sonunda çıktığımızda da ara
sokaklardan yürüyerek Yerebatan Sarnıcı’nın oraya çıktık. Bu arada orada bir ev
vardı (Şekil.a’da gördüğünüz ev:D ), bayıldım:) Zaten o sokaktaki evlerin hepsi
çok güzeldi, tam benim beğendiğim eski zaman evleri. Ama şu çiçeklere bakın,
arkadaşlarınıza “Burası benim evim” dediğinizi düşünebiliyor musunuz? Çok, çok
güzel…
Neyse işte Yerebatan Sarnıcı’na girdik. Orası çok ilginç,
insanların o işlemeli sütunları, Medusa başını filan sadece suyu saklamak için
yaptıklarını düşünemiyorum. Bu arada Medusa filmlerde filan çok daha farklı
gösteriliyor, bu taştaki işleme bana ne öyle aman aman güzel ne de öyle aman
aman korkutucu geldi. Orada para atıp dilek dilediğin bir alan vardı, tabi ki
hiç kaçırmadım, hemen diledim dileğimi:) “Birileri” biliyor zaten o dileği:)
Oradan çıktıktan sonra yürüdük biraz, Sultanahmet köftecisine girip köfte-piyaz
yedik. İstanbul’daki piyaz benim şehrimdekinden farklı yalnız baya (Şehrimi
söylemiyorum ama bilen bilir, köfte-piyazı da meşhurdur benim şehrimin:) ) .
Ben bizimkini daha çok seviyorum açıkçası, bu boş geldi biraz bana. Neyse,
zevkler ve renkler… :)
İkinci gün hani şu doğum günümde kendisine hediye götürdüğüm
kuzenim geldi İstanbul’a, İstanbul’daki kuzenimin kardeşi olur kendisi. O
gelince tarihi yerlere ara verdik ve Taksim’e gittik. Biz orada kuzenimle tüm
evlere bayılıyoruz tabi, hayal kuruyoruz “Şu evi alalım” “Şu evi de alalım,
balkonları çok güzel” “Hadi şunu da alalım” filan diye:D Taksim gezisi eğlenceliydi
yani bizim için. Ama tam şu “malum olayların” olduğu zamanlardı, 7’de
toplanılacağını görmüştük zaten Facebook’tan. Etrafta polisler filan vardı bir
sürü, çok durmadık, millet toplanmaya başlarken ayrıldık oradan. Tünelin
ilerisinde bir pizzacıya gittik, mükemmel pizzaları vardı, tıka basa yedik:)
Taksime kendi bir kiloluk fotoğraf makinemi götürmeye üşendiğim için orada çok
fotoğraf çekmedim, yani en azından “oradaydım” fotoğrafları dışında çok bir şey
çekmedim. Oradan sevgilime şirin bir hediye aldım. Özellikle Taksim’den aldım
çünkü birlikte İstanbul’a gittiğimizde de oraya gitmiştik, bizim anılarımızla
ilgili bir şey olsun istedim:)
Akşam annemi evde bıraktık, Yeşilköy sahilinin oraya
yürüyüşe gittik. Saat 9 filandı ama hala bir sürü kişi vardı suda. Ki “Burada
denize girmek tehlikeli ve yasaktır” yazan kocaman tabelanın orada
yüzüyorlardı. Hayır tehlikeli olmasını geçtim pis orası ya, yüzülmez orada:s
Neyse yürüdük işte baya, Mati için de iyi oldu, başka köpeklerle oynadı filan.
Bu sırada o gece ay da çok büyük, turuncu ve çok aşağıdaydı. Ben de hemen
fotoğrafını çektim, zaten makineyi aldığımdan beri bunu yapmayı planlıyordum: D
Üçüncü gün Dolmabahçe Sarayı’na gittik. Bizim evden çıkıp
merkezi yerlere varmamız öğlen 3’ü bulduğundan sadece selamlığı gezecek
vaktimiz vardı. Bu arada Dolmabahçe’de rehberle gezilmesi ne kadar güzel. Keşke
Topkapı’da da öyle bir şey olsaydı. Zaten kaybola kaybola geziyorsun, rehber
şart oraya. Neyse, Dolmabahçe’ye aşık oldum!! Hem dışı, hem içindeki eşyalar ne
kadar güzeldi. Saray yani, her yerinden belli işte. Ben böyle her odayı, her
eşyayı, duvardaki her tabloyu inceleye inceleye gidiyorum; o yüzden en geride
biz kaldık hep:) Beni bıraksalar; ben her eşyaya dokunarak; yaşanmışlıkları,
anıları hissederek kalsam orada yıllarca. Kütüphanesini de çok sevdim, oradaki
her kitabı incelemek, hepsine dokunmak isterdim. Tarihi seviyorum, antika
eşyaları seviyorum. Bir zamanlar o kadar önemli insanların dolaştığı yerlerde
olmayı seviyorum. Dolmabahçe bana bunu çok derinden hissettirdi. Belki de o
yüzden çok, çok sevdim Dolmabahçe’yi. Bir sonraki gelişimde tekrar gezmek
isterim hatta.
Dolmabahçe’den çıktıktan sonra bir süre orada deniz
kenarındaki bir çay bahçesinde oturduk. Sonra Ortaköy’e gittik. Ara sokaklarda
yürüdük, takıcılara baktık. Ortaköy şirin bir yer. Çok tatlı cafe’ler de vardı
orada gözüme çarpan. Ama onlara oturmadık, yan yana duran kumpircilerden
birinden (6 numaradaaan:) ) kumpir alıp oradaki banklara oturduk yedik.
Kuzenimin arkadaşı vardı yanımızda, o önceki gelişinde birkaç farklı
kumpirciden denemiş, en güzelinin 6 numara olduğunu söyledi. Gideceklere
duyurulur:D Kumpir devasaydı ama ben önce kendiminkini bitirip sonra da
kuzeniminkinin yarısını yedim:D Bazen kendimi ayı gibi hissediyorum. Zaten iş
arkadaşlarımdan biri de geçenlerde “Tüm gün hayvan gibi yiyorsun, nerene
gidiyor anlamıyorum ki” filan dedi, sinirimi bozdu:/
Ortaköy’den sonra boğaz kenarında bir restorana gittik. Ben
tatlı bir şeyler yedim. Kumpir yemeyen kardeşim de yemek yedi. Mekan güzeldi,
manzarası da öyle. Fiyatlar da buna karşın çok uygundu. Yani en azından benim
kendi şehrimde genelde gittiğim mekanlardan fiyat olarak bir farkı yoktu. Boğaz
kenarında bir şeyler yemek sanki çok pahalıymış gibi lanse ediliyor ya genelde,
o yüzden şaşırdım biraz. Burada da Anadolu yakasındaki evleri inceledik
kuzenimle. Kesinlikle söyleyebilirim ki Anadolu yakası çok daha güzel. Avrupa
yakası gökdelenlerle dolu bir gri yığınken Anadolu yakası yeşillikler içinde
şirin evleriyle çok daha çekici.
Dördüncü gün Büyükada’ya gidecektik sabah. Ama tabi ki yine
kuzenimin “taa cehennemin dibindeki” evinden gelene kadar kaçırdık vapuru:/ Biz
de orada deniz kenarında belediyenin mekanı vardı, oraya oturduk. Manzarası
cidden güzeldi ve fiyatları çok uygundu. Kahvaltımızı da orada yapmış olduk
işte bahaneyle:)
Sonraki vapura bindik; ben böyle elimde fotoğraf makinesi,
gördüğüm her şeyi, özellikle de kuşları, çekiyorum filan. Sonra nolduuu,
fotoğraf makinesinin şarjı bitti! Bir şey çekemediğim halde tüm gün o bir
kiloluk makineyi taşıdım yanımda:/ Kuzenimin küçük bir kompakt makinesi vardı,
onu kullandım artık o gün. Bu arada hayatımda ilk defa martıları bu kadar
yakından gördüm, resmen vapurun içine gireceklerdi. Öyle sevimli kuşlar
değiller ama bir havaları var sanki değil mi? Simit alıp onlara attık tabi ki,
klişeleri kaçırmayalım dedik:D
Büyükada’ya vardık, başladık yürümeye. Yürü Allah yürü,
bitmiyor arkadaş o yol! Bende de anemi var, biraz da astım başlangıcı, 10
dakikaya bir mola vere vere tırmandık yani tepeye. Annem en tepeye kadar
çıkmadı bizimle, hanımefendinin ayağında topuklular, yürüyemedi tabi:D Biz tepeye çıktık, orada oturduk, bir şeyler içip
çekirdek çitledik filan. Bu arada yan masamızda da “şu” kuş, hiç insanlardan
çekinmeden orada durup yan masanın salatasından yedi:D Manzara çok güzeldi en
tepede, o kadar yürümeye değdi diyebiliriz:) Sonra tekrar indik aşağı, orada
yan yana 10-15 tane takıcı vardı, küçük kuzenim bana oradan bir bileklik aldı
hediye olarak:)
Beşinci gün ilk gün gezemediğimiz Ayasofya ve Sultanahmet’e
gittik. Ayasofya’yı çok beğendim. Orada bol bol fotoğraf çekindik yine.
Ayasofyanın kilise günlerinden kalma şeyler cami günlerinden kalma şeylerden
çok daha güzeldi bence. Çoğu duvarlardaki Meryem, İsa, Cebrail ve çeşitli kral
ve kraliçelerin mozaikleri mesela. Onları çok beğendim. Bunların yanında cami
günlerinden kalma şeyler sönük kalıyordu. Gerçi onlar her camide olduğu; bu
mozaikler ise bizim kültürümüze yabancı, daha farklı, daha ilginç olduğu için
olabilir bu düşüncem. Neyse ne, Ayasofya güzeldi. Bir de “şu” kapılardaki, duvarlardaki
kabartmalar vardı, onları çok beğendim. Acaba insanlar ne düşünerek yaptılar
onları? Mutlaka bir anlamları vardır, araştırmak gerek aslında. Sonuçta o
zamanlar böyle şeyler sadece süs olsun diye değil inanışlardan dolayı
yapılıyordur. Değil mi?
Ayasofya’dan çıkınca Sultanahmet’e gittik. İçine bir tek ben
girdim; kuzenlerim ve annem zaten girmişti içine, kardeşiminse hiç ilgisini
çekmiyordu böyle kültürel şeyler. Zaten kendisi bir hafta boyunca mızmızlanıp
durdu. Dolmabahçe’de, Topkapı’da, Yerebatan Sarnıcı’nda, hepsini burnumuzdan
getirdi biraz. Neyse, Sultanahmet’in ilginç bir aurası var. Huzur verici...
İnsan etkileniyor ister istemez. Girip gezdiğim için mutluyum yani.
Oradan çıktıktan sonra otoparka kadar yürürken birkaç
dikilitaş gördüm; her türlü tarihi şeye bayıldığım için gittim hemen yanına,
yazıyı okudum, resim çektim, kabartmaları inceledim. Keşke o kabartmalarda ne
yazdığını anlayabilsem… Bu konuda seminerler filan var mıdır ki, katılsam,
öğrensem eski dilleri. Gerçi hani güncel dillerden hangisini biliyorum o da var
ama ne biliyim, bunlar çok anlamlı, çok güzel geliyorlar bana.
Altıncı gün İstanbul’daki son günümüzdü. Pazara gittik,
gezdik, gezdik, gezdik, gezdik… Hatta o kadar çok gezdik ki biz çıkmadan önce
pazarın yarısı toplanıp gitmişti bile:D Dedik ki pazarı bile kapattık da
gidiyoruz:D Çünkü bu beş günün hepsinde akşam eve dönerken mutlaka bir alışveriş
merkezine uğradık ve hepsinde biz çıkmadan önce mağazalar kapanmaya
başlamıştı:D İstanbul’da da alışverişin dibine vurdum yani yine:D
O akşam yine gece otobüsüne bindik, döndük evimize. İstanbul
maceramız da bu şekilde bitti. Bu arada yine kuzenimin “taa cehennemin
dibindeki” evinden gelene kadar otobüs saatini kaçırdığımızı söylemiş miydim?
Adamları arayıp yalvar yakar 10 dakika beklettirdik otobüsü, elimizde valizler
son sürat koştuk otogarda filan. Komiğiz ya:D İstanbul maceramızın bitişi de maceranın
kendisi gibi oldu yani, gecikmeli ve komik:)