7 Temmuz 2012 Cumartesi

Ameliyat

Perşembe günü saat 10'da ameliyata girdi babaannem. Biz o sabah 3.30'da kalkıp 5 otobüsüyle gittik Ankara'ya. Ben, annem, babam ve halamlar... Yoğun bakıma almıyorlar kimseyi normalde. Ama ameliyata hazırlanmasına yardım etmesi için birini çağırdılar içeriden. Küçük halam girdi içeri. 15 dakika sonra gittim sordum hemşireye "Halam çıksa da ben girsem olur mu" diye. Ameliyata giderken koridorda görürmüşüz öyle dedi hemşire. Sadece bir dakika görebildik babaannemi koridorda. Bir dakika... Ölme riski bu kadar çok olan bir ameliyat öncesi sadece bir dakika... O bir dakikada da hepimizi öpmek için tutturdu. Aslında öpmememiz lazım, biliyoruz ama o durumdaki birine kim hayır diyebilir ki... Hepimizi tek tek, koklaya koklaya öptü; vedalaştı bizimle. Ve götürdüler onu yanımızdan.
Sonrasında bekleyiş... 2'de bitmesi gereken ameliyat için 6'ya kadar süren; uykusuz, habersiz, gergin bir bekleyiş... Ameliyathaneyi defalarca arasak da alamadığımız bilgiler... Ameliyat sonrasında doktorun ayaküstü, geçiştirircesine yaptığı açıklama... İlgisiz... Özensiz...
O dört saatte hepimiz içten içe öldük oysa. Haber gelmedikçe daha çok korktuk. Hep korktuk. Sadece korktuk. Elimizden bir şey gelmeden, yalnızca korktuk. "Ben dört dörtlük yaptım ameliyatı" dedi doktor. Kendini beğenmiş bulduğum için sevmediğim, ameliyat konusundaki ısrarına çok kızdığım sayın meslektaşım... Gerçekten umurunda mıydı babaannem? Hiç sanmıyorum. Ölsün ya da ölmesin, o "dört dörtlük" yaptı ya ameliyatı...
Birkaç gün uyuyacağını söylediler babaannemin, kimseyi almayacaklarmış yanına. Biz de böylece 9 hızlı treniyle yola çıktık. Saat 10.30 oldu. Babamın telefonu çaldı. "Kalp yetmezliği" dedi doktor. Daha ilgili, daha sıcak olan bir başka doktor... "Ameliyata alıyoruz tekrar" dediler, cihaza bağlayacaklarmış, bize haber verirlermiş. miş... miş... miş...
O sırada yapılan bir duyuru "Yaşadığımız geçici arızadan dolayı varışımız gecikecektir. Sabrınız için teşekkür ederiz." Bir yanda babaannemin kötüleşmesi, bir yanda trenin arızası, durduk öylece... Tepkisiz... Babam dışarıyı seyretti boş bakışlarla. Babaannem ameliyata girdiğinden beri değişmedi zaten bakışları. Aklı hep başka bir yerde gibi boş bakıyor etrafa. Bakıyor ama görmüyor. Görüyor ama tepki vermiyor. Sadece yaşıyor. Biraz da benim gibi...
Trenin arızası çok uzun sürmedi, 15-20 dakika sonra harekete geçti tekrar. Babaannemden ise geç saate kadar haber gelmedi.
Biz vardık kendi şehrimize, bindik arabaya gittik babaannemin evine. Işıklar kapalıydı. Babamlar ön bahçeye geçip oturdular karanlıkta. Ben ön bahçeyle arka bahçeyi birleştiren, kapının yanındaki o küçük alanda durdum biraz. Arka bahçeden bir rüzgar esti. Fısıltılar taşıdı bana rüzgar. Yerde sürünen ayak sesleri taşıdı. Ürperip bir adım uzaklaştım arka bahçeden, sırtımı oraya verdim. Durdu rüzgar, sesler... Sonra tekrar başladı daha sert bir şekilde. Fısıltılar arttı, birileri ayağını sürüyerek yaklaşıyordu yanıma. Göz ucuyla yan tarafımda, yerde siyah bir şey gördüm. Bir adım daha uzaklaşırken yan döndüm görebilmek için. Hiçbir şey yoktu yerde. Tekrar yan tarafımda gördüm onu, tekrar döndüm. Yine bir şey yoktu. Rüzgar iyice artmıştı, sesler de... Tehdide boyun eğip ön bahçeye gittim hızlıca.
Tüm o sesler gerçekten var mıydı yoksa içinde bulunduğum durumda ben mi hayal etmiştim onları, bilemiyorum. Ama o an için, o gerçeklikte, hepsini duydum o seslerin. Bana bir ölüm haberi gibi geldi sesler, babaannemin ölüm haberi gibi... Oysa ölmedi babaannem. Ölümle hayat arasındaki o ince çizgide kararsız bir biçimde duruyor hala. Bir gitmeye karar veriyor bir kalmaya, bir ölsem de kurtulsam diyor bir korkuyor ölmeye... Bakalım son kararı ne olacak? Veya onun karar vermesini bekleyecek mi kader?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder